İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Sezer Abdullah
Sizi, İlk ve Son Kez Dinle(yebil)mek ... 
Abdullah Sezer
Tarih: 24 Aralık 2001, Pazartesi. Saat: 13:30. Yer: Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü, tarihî R Salonu ... Sevgili kürsü arkadaşım Emrah KI­RIT’la birlikte, siz hocalarımıza birer buket çiçek alıp koştuk panele. Konu: “Anayasacılığımızın 125 Yılı (1876-2001)”.
Yazgının garip bir cilvesi işte ... Sizi, yüz yüze ilk kez dinleyecektim, ama ne var ki, aynı zamanda son oldu. Aslında yalnızca benim için değil, her­kes için ... O tarihten sonra hiç kimsecikler, sizi tekrar dinleyemedi. Konuşma­nızın sonunda, her zamanki kıvrak zekânızla, hâlâ kulaklarımda olan şu vurguyu yapıyordunuz: “Bitirirken bir şey söyleyeceğim. Yani, ‘asgarî müşte­rekler Anayasası’ dedi, doğrudur; ‘askerî müşterekler Anayasası’ değil”. Ve, paneli organize eden, Prof. KABOĞLU hocam, hemen ardından şöyle diyordu: “Evet, şimdi tabiî artık söylenecek bir şey kalmadı”. Ancak, söylenecek daha o kadar çok şey vardı ki. Son sözü, sunulan taptaze çiçekleri kucaklayınca, yine siz söylediniz: “Çok teşekkürler ederim, sağ olun, varolun” derken, her za­manki sevecenliğiniz ve içtenliğinizle, buz gibi salonu dolduran öğrencilerinize sımsıcak gülümsüyordunuz hocam. Gerçi, her ne kadar, gözlerinizin içi umutla baksa da; uzun bir yolculuğa çıkarcasına gözlerinizin dolu dolu oluşunu, hiç ama hiç unut(a)mayacağım. Birkaç gün sonra, bant kaydınızı deşifre ederken, o son cümlenizdeki titremenin sessizce veda anlamına geldiğini, ta içimin derinliklerinde his­setmiştim.
Gelip çattı yine, hüzün ayı Eylül... Ah zaman ... Her güzelliği alıp götü­ren, her iyi insandan bizi yoksun bırakan, Dünya’nın tüm hazinelerini bir araya getirip versek bile, değil uçup giden yılları, bir saniye öncesini bile satın ala­mayacağımız zaman ... Sizi, ne biz öğrencilerinize, ne meslekdaşlarınıza, ve ne de, özgürlüğe uzanan ellere, aslâ ve aslâ unuttur[a]mayacak... Saygıdeğer bi­lim adamı ve yüreği güzel insan, Prof. Dr. Bülent TANÖR Hoca’mızın anı­sına saygıyla...
 


Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
devamını oku >>
Şenatalar Burhan
Bülent Tanör: Örnek bir aydın / akademisyen 

Burhan Şenatalar

Bülent’le biçimsel olarak nerede nasıl tanıştığımızı anımsamıyorum. O’nunla ilgili olarak gözümde canlanan en eski sahne 1969 ya da 1970’e ait. Yücel’le (Sayman) birlikte imzaya açılmış bir bildiriyi İktisat Fakültesi asis­tanlarına getirdiklerini, Bülent’in hızlı ve heyecanlı konuşmasını anımsıyorum.
12 Mart 1971’den sonra üniversiteden bir süre uzaklaşmak zorunda kaldı. Dönüşünden sonra, 1970’lerin ikinci yarısında Hukuk ve İktisat fakülte­lerinin bulunduğu ünlü Merkez Bina’da asistanlık yapıyor olmamız bizi bazen öğle yemeklerinde, bazen tenis sahasında yapılan asistanlar arası bir futbol maçında, bazen de bir bildirinin hazırlanmasında ya da imza için dolaştırılma­sında buluşturuyordu. Üniversite dışında da zaman zaman TÜMAS’ta beraber oluyorduk. Bu dönemde üniversitenin ve üniversite bileşenlerinin bugünle kar­şılaştırılamayacak ölçüde politize olduğunu belirteyim. Toplumsal sorunlarla aktif olarak ilgilenen ve politik yelpazenin solunda yer alan asistanlar Türkiye çapında TÜMAS’ta (Tüm Üniversite, Akademi, Yüksekokul Asistanları Bir­liği) içinde örgütlenmişti.
12 Eylül’ün Bülent’i görmemesi ya da görmezden gelmesi düşünülemezdi. 1402 sayılı yasaya dayanılarak uzaklaştırılanlar arasında O da unutulmadı ve üniversiteye ancak 1980’lerin sonunda döndü. Bu dönemde artık 1960’ların ve 1970’lerin asistanları doçent ya da profesör olduğundan İstan­bul’daki akademisyen örgütlenmesi bu kez kurulan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nde gerçekleşti. 1990’larda derneğin düzenlediği hemen her etkinlikte Bülent de vardı, siyasi görüşlerimiz ve yorumlarımız 1970’lere oranla daha yakınlaşmıştı. Bülent’i daha yakından tanımam, sevgimin ve saygımın derin­leşmesi bu dönemdedir. Ardından hastalık yılları, hastaneye girip çıkmalar, ünlü TÜSİAD raporuyla ilgili olarak hukuk ve insanlık dışı saldırıyla karşı­laşma, herşeye rağmen dik duruş... Bu dönemde Bülent zamanının büyük bö­lümünü evde geçirdiğinden yüzyüze görüşmelerimiz seyrekleşti, daha çok tele­fonla görüşür olduk. Bu görüşmelerin konuları arasında güncel politik geliş­meler ile üniversite sorunları yanında futbol da önemli bir yer tutuyordu. O’nun Galatasaraylı, benim de Fenerbahçeli olmam birçok espriye kaynak oluşturu­yordu. Bu konudaki yarı şaka, yarı ciddi konuşmalarımızda Bülent’in hep dik­katimi çeken bir yönü de oyuncuların ve hakemlerin performanslarına ve dav­ranışlarına son derece adil bakışıydı. 1970’lerde TÜMAS’ın, 1990’larda Üni­versite Öğretim Üyelerinin düzenlediği pikniklerin ayrılmaz parçası olan pe­naltı yarışmalarının iddialı bir ismi idi.
Bülent’i son görüşüm  çok net gözümün önünde. Artık günlerinin sayılı olduğu biliniyordu. Çapa Nöroloji’de yatıyordu. Çapa’da kaldığı odaya beni Gencay götürdü ve pek de kendinde gözükmeyen Bülent’e “Bak Bülent, Bur­han geldi, bir gülümse” dedi. Beklemediğim bir biçimde gerçekten gülümsedi. Konuşamıyordu, gözlerini dahi açamıyordu. Beş dakika kadar ayakta sessizce onu izledik. Ayrılırken ben “Bülent, şimdilik gidiyorum. Tekrar gelirim. Gö­rüşmek üzere” dedim, bu kez daha da beklemediğim biçimde güle güle anla­mında sağ kolunu bir miktar kaldırdı. Bunun son görüşme olduğu belliydi. İki gün sonra yoğun bakıma kaldırıldı. Birkaç gün sonra da bir sabah gelen bir telefon acı haberi bildirdi. Beklemesine bekliyorduk, ama o ana kadar da ya­kınlaşan kaybımızın büyüklüğünü tam algılayamamıştık. Birçoğumuz için “Bülent’in yeri dolmaz” ifadesi bile eksik kalıyor. Bülent’in kaybı sadece arka­daşları ve sevenleri için değil, Türkiye için de çok önemli. En genel anlamda bir hukukçu olarak, özelde bir anayasa hukukçusu olarak, medeni cesaret sa­hibi, tutarlı bir demokrat aydın olarak, işini seven,iyi yapan, üretken bir araş­tırmacı ve çok güzel ders anlatan ve öğrencileriyle içtenlikle ilgilenen ve çok iyi iletişim kuran bir hoca olarak gerçekten çok önemli bir kayıp.
Bülent’in çok önemsediğim ve saygı duyduğum özelliklerinden birkaçı kolaylıkla akla geliyor. Yıllar içinde toplumsal sorunlara, adalete, özgürlüğe yönelik heyecanı aşınmamış, ancak daha olgun ve geniş bir bakış açısına ka­vuşmuştu. Güçlü bir mantığı, sağlam bir adalet ve hukuk anlayışı vardı. Cum­huriyet ve demokrasi kavramlarını en gerçekçi, en tutarlı biçimde buluşturan, bütünleştiren az sayıda kişiden biriydi. En geniş ve ileriye dönük bir yorumla Atatürkçü idi, gardrop-müsamere Atatürkçülüğünün cesur ve kararlı bir eleşti­ricisi idi. Cumhuriyetin demokrasi yönünde geliştirilmesi konusunda berrak ve tutarlı bir tutumu vardı. Ünlü “andaç” olayını protesto eden aydın bildirisini O kaleme almıştı. Sivilleşme, demokratikleşme, AB’ye tam üyelik gibi konularda sloganlardan uzak, sağlam yaklaşımları vardı.
TÜSİAD için hazırladığı demokratikleşme raporu bu açıdan özel bir önem taşır. Yıllarca hizmet ettiği kurumun en üst yöneticisinin o raporu bahane ederek Bülent’le nasıl uğraştığı herkesçe biliniyor. Bu konuda hukuk ve de­mokrasi açısından zorunlu bir görev olan dayanışmayı gösterenlerle gösterme­yenler arasındaki ayrışmaya da burada değinmekte yarar var. Doğal olarak en başta Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği baştan sona kadar Bülent’in yanın­daydı. Baroların gösterdiği dayanışma da çok etkileyici idi. Barolar Birliği’nin çok önemli bulduğum kamuoyu duyurusunu buraya almakta yarar görüyorum.
“22.09.2001 günü Ankara’da toplanan Baro Başkanları ve Türkiye Ba­rolar Birliği Yönetim Kurulu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Bülent TANÖR hakkında Üniversite Yönetimi tarafından uygulanmak istenen hukuksuzluğu kınamaktadırlar.
Prof. Dr. Bülent TANÖR hukukçu kimliği ve bilim insanı olarak Ülke­mizin yetiştirdiği değerlerdendir. Binlerce hukukçunun yetişmesinde, hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesinde önder bir düşün adamıdır.
Hukuka ve yasal düzenlemeye aykırı biçimde Üniversiteden kopartılmak istenilmesinde başını dik tutmasının, hukuk adına temel hak ve özgürlükler adına verdiği mücadelenin yatmakta olduğunu düşünmekteyiz.
İstanbul Üniversitesi’nin Yönetimini ve Rektörünü bu hatalı karar nede­niyle kınıyor, YÖK Yüksek Disiplin Kurulunun hukukun ve yasanın gereğini yerine getirerek, eserleri başucu kitabı olmuş bilim insanı Prof. Dr. Bülent TANÖR hakkındaki haksız ve dayanaksız uygulamanın yolunu tıkamasını bekliyoruz.”
Soruna en isabetli tanıyı koyan bu metin insana “Türkiye’de Barolar Birliği var” dedirtiyor. Gönül dilerdi ki, aynı kıvançla “Türkiye’de Üniversite var” diyebilelim. Ne acı ki, akademik camianın çoğunluğu üç maymunu oy­nadı, kimileri onunla da yetinmeyip daha ileri gitti.
Bülent’e TÜSİAD raporu ile ilgili olarak yapılanlar karşısında kimlerin nasıl tutum aldığı ilerde daha ayrıntılı olarak yazılacaktır. Ancak bu kısa yazıda değinmeyi gerekli gördüğüm üç nokta daha var. Birincisi, TÜSİAD’ın ilkeli bir tutumu ısrarla korumuş olmasıdır. Bülent’le uğraşan kişi bizzat kalkıp TÜSİAD yönetim kuruluna gidip kendince uyanık bir formül önerdi: TÜSİAD üniversi­tenin döner sermayesine sembolik sayılacak bir tutar yatıracaktı. Hesaba göre böylece “doğru prosedür” uygulanmış olacak, bu arada dolaylı olarak Bülent’in hatalı davranmış olduğu ortaya konacaktı. Fazlasıyla basit bu numarayı TÜSİAD yöneticileri yutmadılar ve öneri sahibini tersleyip elleri boş geri gön­derdiler. Aynı günlerde Bülent’le aynı liseden mezun, oldukça tanınmış bir profesör kendince arabuluculuk rolüne soyundu, ancak bu arabuluculuğun da gerçek anlamı Bülent’in geri adım atmasını sağlamak ve esas sorumluyu ra­hatlatmaktı. Doğal olarak Bülent bu taktiği en baştan fark etti, tepkisini olabile­cek en kibar biçimde ortaya koydu.
Barolar Birliği ve TÜSİAD hukuktan, adaletten yana tavır alırken aka­demik dünyada bu duyarlılıktan uzak örnekler umutsuzluk yaratacak ölçüde çoktu. Önce İstanbul Üniversitesi’nde konuyu sözde inceleyen komisyonun üyeleri kendilerine ısmarlanan doğrultuda bir rapor yazmaktan rahatsız olma­dılar. O güne kadar TÜSİAD’a rapor yazmış yüzden fazla akademisyenin hiç­birine uygulanmamış, uygulanması gündeme gelmemiş bir yöntemin doğru olduğunu ileri sürecek kadar ilkesiz davrandılar. O dönemde YÖK’e egemen olan kadro bu suçlamanın ve soruşturmanın temelsiz ve geçersiz olduğunu bildiğinden, ayrıca kamuoyu tepkisinden çekindiği için Bülent’e ceza vermeye cesaret edemedi ve konuyu zamanaşımına sokmak amacıyla Üniversitelerarası Kurul’a havale etti. İstanbul Üniversitesi’nin “Üniversite Öğretim Mesleğinden Çıkarma Cezası” teklifinin dayanaksızlığını ve geçersizliğini görmemek ola­naksızdı. Yüksek Disiplin Kurulu’nun“...konunun Üniversitelerarası Kurul Başkanlığının ilgili komisyonlarınca incelenmesi” kararıyla konu buzdolabına kaldırıldı. Bu inceleme aylarca bitmedi. Öte yandan konuyu Üniversitelerarası Kurul’a götürüp orada bir yönetmelik değişikliği yaparak bu tür metinlerin bedelinin döner sermayeye yatırılmasını hükme bağladılar. Ne var ki, daha sonra Danıştay bu maddeyi iptal etti. Etmesi de doğaldı, çünkü bu tür çalışma­ların karşılığı tipik bir telif geliriydi.
Tüm bunlar olurken Bülent hastalığına karşın cesaretini, direncini ve ki­barlığını korudu. Çoğu zaman olayların komik yönlerini de görmeye ve gül­meye devam etti. Hepimize örnek oldu. Türkiye’de hukuk yazınının ve öğreti­minin gelişmesine büyük katkılar yapabileceği bir yaşta aramızdan ayrılması gerçekten doldurulamayacak bir boşluk bıraktı. Yaptıkları ve yazdıkları onurlu ve üretken bir yaşamın kanıtlarını oluşturuyor. Özellikle hukuk öğrenimi gören genç kuşakların O’nun yaşamından ve yapıtlarından alacağı çok dersler var


İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi
devamını oku >>
Tarhanlı Turgut
Turgut Tarhanlı
1975 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdiğimde, Fa­külte’nin, adlarını daha önce duyduğum bazı hocalarının derslerimize gelip gelmeyeceğini merak ediyordum. Bülent Tanör de onlardan biriydi. Fakat son­radan öğrendim ki, o yılın öğretim kadrosu arasında yer almıyordu. O zaman ki adıyla statüsü, ‘Eylemsiz Doçent’ti. Akademik hayatın, özellikle öğretimle ilgili faaliyetlerinden uzak tutulmuştu. O ilk yıl, kişi olarak, kendisiyle karşı­laşma fırsatım da olamadı.
Tanör’ü tanımama vesile olan, bir kitaptı. Onun doktora tezi, 1961 Ana­yasasına göre siyasi düşünce hürriyeti. Kitap ve arka kapağındaki fotoğraf, Tanör hakkında edindiğim ilk bilgilerdi. Kitaptaki eleştirel tutum ve o fotoğraf, bir arada ilginç bir sentez yaratıyordu. Fotoğraf, sanırım, 1960’lı yılların sonla­rına doğru çekilmişti. Aydınlık yüzlü, zeki bakışlı, giyimi, iyi bir aile çocuğu izlenimi veren bir gencin fotoğrafıydı bu. Fakat hem kitabın içeriği hem de yayınevinin siyasal niteliği (Öncü), fotoğraftaki kişinin toplumsal ve siyasal konumu hakkında da bir fikir veriyordu. Resimdeki sakin ve kararlı ifade tarzı, kitaba da hâkimdi. Tanör’ü sonradan tanıdığımda da, bu tarzının hiç değişme­diğini gördüm.
1983 yılının Şubat ayında, Sıkıyönetim Kanunu’ndaki değişikliğin ver­diği yetkiye dayanarak, üniversitedeki görevinden hayat boyu alındığının ken­disine bildirildiği günün ertesinde, Hukuk Fakültesi’ndeki Mukayeseli Hukuk Enstitüsü’nün giriş koridorunda, soldaki odasına gittiğimde, kitaplığın bomboş ve çalışma masasının üstünde de, özel hiçbir nesne olmadığını farkettim. Ken­disi de, diğer günlerden farksız görünüyordu. Masanın üstündeki kalın camın soğuk ve parlak ağırlığının, üzerimde çok şedit bir etki yarattığını hatırlıyorum. Odadan çıkarken, kapıda adının yazılı olduğu demir levhayı da sökmüş oldu­ğunu gördüm.
Daha sonraki yıllarda, yasağın devam ettiği dönemde, bir sabah üniver­siteye gitmek için Sahaflar Çarşısı’ndan geçerken kendisine rastlamıştım. Çar­şının Çınaraltı Kahvesi’ne açılan kapısına kadar birlikte yürüdük ve orada durdu. Ondan öteye gitmedi. Nedeni malûmdu.
Tanör’ün hukuka ve siyasete ilişkin çalışmalarında da, ahlâki sorumluluk ve hukuksal yükümlülük arasında kuvvetli bir örgü örüldüğü görülebilir. İlk kez, 1980’lerin sonunda kaleme aldığı, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu’nda, ‘ihlâl’ olayının aynı zamanda bir ‘duyma’ (hissetme) işi olduğuna vurgu yap­masının, böyle bir anlam taşıdığını da düşünüyorum.
Ceza hukuku profesörlerinin, bazı adli vakalarda bilirkişi olarak kendile­rine sunulan şiir kitaplarını, masanın üstüne açtıkları Türk Ceza Kanunu’na baka baka okumaya çalıştığı, hayattan uzak bir pozitivist hukuk anlayışının çok baskın olduğu bu ülkede, insan ve hukuk arasında böyle bir bağın kurulması çok önemlidir. Bu yaklaşımı, Tanör’ü, çalışmalarının neredeyse tümüne yakını insan hakları konularıyla ilgili bir araştırmacı olarak, kendi döneminin, benzer konulara ilgi duyan araştırmacılarından çok farklı bir konumda tutar. Sanırım öğrenciler, genç üniversite mensupları, çok farklı işlerle uğraşmakla birlikte, onu bir şekilde tanımış veya tanımamış birçok kişiyi ona bağlayan da, bu sahi­cilikti.
Böyle bir yaşantının, kendisi için belli riskleri olmadığını söylemek mümkün değil. Ama bu, hayata bakarak hukuku görmeye çalışmanın ve gördü­ğünü de söylemenin doğal bir sonucuydu. Hele Türkiye’nin 70’li ve 80’li yılla­rında.


İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı
devamını oku >>
Ali Tanör

Ağabeyim Bülent Tanör

 
M. Ali Tanör*
İstanbul, Temmuz 2004
Bülent ağabeyim hakkında yazı yazmak bana çok zor geldi. Öget, anı kita­bından bahsedince ben de hemen üstüne balıklama atlayıp yazarım de­miştim. Son­raları ise ağabeyimle ilgili bir yazı yazmanın ne kadar zor oldu­ğunu anladım. Anı­lar bir bir aklıma geliyor ama bir türlü kağıda dökemiyordum. Kendimce kronolo­jik şekilde ağabeyimle ilgili bana ilginç gelen anılarımı ve son yıllarda özellikle hastalığı ve İ.Ü. Rektörü ile ilgili yasal süreç içindeki ta­vırları ve olaylara bakışını anlatmak istedim.
Bülent ağabeyim benden 17 yaş büyüktü. Yaş farkından dolayı ço­cuklu­ğumda ağabeyime pek yakın olduğumu söyleyemem. O zaten İstan­bul’da bizler ise Ankara’da idik. Tatillerde Ankara’ya geldiğinde onu görü­yordum ve o da doğal olarak vaktinin çoğunu annem ve babam ile geçiri­yordu. Doğduğum sene babam Yugoslavya’ya askeri ataşe olarak tayin ol­muş. Belgrad’a ağabeyim Reha ve ablam Fatmagül ile beraber gitmişiz. Bülent ağabeyim yazın bizleri ziyarete gelmiş ve hep beraber tatile çıkmışız. Ağabeyimin yıllarca her fırsatta bana söylediği “Seni saatlerce sırtımda ta­şıdım” dı. Anneme göre şimdiki Slovenya sınırlarındaki Bled’de bir vadi yürüyüşünde olmuş bu olay. O za­manlar 2 yaşımda filan olmama rağmen kilomdan dolayı beni taşıma cesaretini bir tek o gösterebilmiş. Ağabeyimi ilk 4 yaşındayken hatırlıyorum. O zamanlar Ankara’da 1. Caddede bahçeli bir evde kiracı idik ve evimizin iki yan tarafında da komşularımız Amerikalı idi (Tuslog , AID vs. den dolayı Amerikalıların çok yoğun olduğu yıllardı ). Ağabeyim Üniver­siteyi bitirmiş Hukuk Fakültesinde asistan olarak çalış­maya başlamıştı. Ankara’ya bizleri ziyarete geldi. Ben kü­çüklüğümde ol­dukça yaramaz ve haşarı bir çocukmu­şum. Yan bahçedeki çocukları bahçe dışından seyrederken kafamı demir parmak­lıklardan içeri ge­çirmişim ve annemin tabiri ile kepçe kulaklarımdan dolayı kafamı dışarı çıka­ramamışım. Tabii ki bağırıyorum, ağlıyorum ve bu arada Amerikalı komşunun köpeği beni tombul bacağımdan ısırmış. Annem beni kurtardıktan sonra Bülent ağabeyim bacağıma tentürdiyot sürmüştü . Oldukça fazla ve vargücümle bağı­rıp, çağırmış ve nahoş sözler söylemişim. Tabii uzun bir zaman ağabe­yimi hoş bir şekilde hatırlamadığımı söyleyebilirim.
Daha sonraki yıllar ağabeyimle Ankara’ya geldikçe görüşebiliyorduk. İstan­bul’a gittiğimizde otelde kaldığımız için ağabeyimi yine o kadar sık göre­miyordum. Ta ki orta okula başladığım sene annem ve babam, ağabe­yimin de ısrarı ile beni ağabeyimlere bırakmış ve Beylerbeyi’nde ağabeyim ve o za­manki eşi Ayla ile tam üç gün geçirmiştim. Yetmişli yıllarda yanlış anımsamı­yorsam ağabe­yim Üniversite Asistanlar Sendikasının İstanbul baş­kanı idi ve Üniversite’den uzaklaştırılma cezası isteniyordu. O yaz yine İs­tanbul’da idik, bu sefer annesi Sabahat teyze ile beni ağabeyim Erdeğe gö­türdü. Orda bir hafta bir motelde kaldık, ben Sabahat teyze ile denize girer­ken o savunmasını hazır­lıyordu. Bir hafta bo­yunca bir gün kağıtlarından ba­şını kaldırmış, günü birlik beni Avşa adasına götür­müştü.
Daha sonra 12 Mart Muhtırası sonrası ağabeyim yurt dışına çıkacak yine uzun bir zaman onu göremeyecektim. Bu arada başıma gelen ilginç bir anımı anla­tayım: 1990’lı yılların başı idi. Atatürk havalimanında Paris uça­ğına binmiştim. İş nedeni ile çok seyahat ettiğimden biletim ekonomik sınıf olma­sına rağmen THY personeli bana Business Class’ta yer vermişti. O ara içeri kalabalık bir grup Yaşar Kemal ile girdi ve Yaşar Kemal’i tam benim hizamda sol taraftaki koltuğa oturttu­lar. Körükten devamlı resmi insanlar- tahminim Adanalı’lar girmekte ve Yaşar Kemal’in elini öpmekteydiler. Ya­şar Kemal’de el öpenleri kutsayan bir din görev­lisi gibi “Berhudar olun” filan diyordu. Daha sonra uçak havalandı. Yaşar Kemal emniyet kemerini çözmekte zorlanınca ye­rimden kalkıp ona yardım ettim. O da bana “Sağol Gardaş” dedi. Ben de kos­koca yazar Yaşar Kemal ile nasıl konuşabi­leceğimi düşünürken “efendim ben Bülent Tanör’ün kardeşiyim” dedim. Yaşar Ke­mal’in cevabi ise “Ulan deyyus bana Bülent Tanör’ün kardeşiyim diyece­ğine Cahit Abi’nin oğluyum desene” idi. Sonra Bülent ağabeyimin kaçak güreştiğinden, Öget’ten, ilk eşi Ayla’dan, ablam Fatmagül, o zaman hayatta olan kuzenim rah­metli Yavuz Gökmen’den ve Yavuz’un ilk eşi Füsun’dan bahsettikçe ben donaka­lıyordum. Sanki televiz­yonda seyrettiğimiz ‘İşte Ha­yatınız’ programından kesitler sunuyordu. Tüm aileyi tanıyordu. Yaşar Ke­mal’in dikkatine ve detaylardaki bilgi­sine inanama­mış gelince tabii ki ağa­beyime , babama kısaca herkese bu olayı an­latmıştım.
“Kaçak Güreş” hikayesi ise çok ilginçti. Bunu sonra ağabeyimden din­lemiş­tim. Ağabeyim 12 Mart günlerinde gözaltına alınıyor ve Davutağa kışla­sında sor­gulanmasını bekliyormuş. Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün karşı­sına çıkarılmış. Türün ağabeyimi biraz haşlamış ve ba­bamın arkadaşı olduğunu filan söyleyerek Askeri Savcılığa göndermiş. Aynı gün ağa­beyimin ifadesi alın­dıktan sonra da akşam geç saatlerde serbest bı­rakılmış. Sokağa çıkma yasağı ol­duğu için doğruca Yücel Sayman!ın evine gitmiş. As­kerlerin o gece de Yücel Sayman’ı alacakları tutuyor. Evde ağa­beyim de oldu­ğundan onu da tekrar gözaltına almışlar ve Davutağa Kışla­sına götürmüşler. İfade için sırası gelene kadar koğuşta Yaşar Kemal ile tek­rar 3-4 gün geçirmiş. Bir kaç gün sonra ağabeyim tekrar aynı savcıya çıka­rılınca, savcı oldukça şa­şırmış. Durum açıklanınca ağabeyim tekrar salın­mış. Yaşar Kemal de o ara hep kışlada gözetim altında olduğundan, ağabe­yime kaçak güreşiyor demekteymiş. Babamla olan tanışlığının da T.İ.P’in meşhur Malatya kongresinde başladığını öğrenecektim.
Ağabeyim 12 Mart sonrasında sürgün ve kaçak yıllarının büyük ve son kıs­mını İsviçre’de geçirmiş ve 1974 yılında da Cenevre’de Öget ile ev­lenmişti. Ece­vit’in meşhur affı sonrası Türkiye’ye dönmüştü ve dönüşünde ben artık epeyce bü­yümüş, üniversite öğrencisi olmuştum. Ağabeyim’le gerçek anlamda yakınlığım üniversite yıllarında başladı. Anarşinin kol gez­diği 1974-1979 yıl­ları arasında hepimiz birbirimizden endişelenirdik. Benim okulum da anarşi ve terörden nasibini almıştı ve derslere kolay kolay giremiyordum. İstanbul’daki terör, hele öğretim üyelerine yapılanlar bizleri ağabeyim hakkında hep tedirgin ediyordu. Sevgili Ser­ver abinin vurulma­sından sonra da tüm ailenin endişeleri had safhada idi. Yıllar geçip hiç sene kaybetmeden, telafi eğitimleri gibi ampi­rik eğitimlerle Ankara Üni­versitesi Veteriner Fakültesini 1979 yazında bitirip, 15 gün sonra sonra İngiltere’ye gidip Newcastle Üniversitesinde yüksek lisans çalışmalarına başlamıştım. Ertesi yıl 12 Eylül darbesi yapılmıştı. Ve ağabeyim galiba Paris’teki Hukuk Fakültesin­den bir yıllık davet almıştı ve Paris’teydi. Öget doktora tezini yazmak üzere İstan­bul’da kalmıştı. Aynı yıl Aralık ayında da Lisans üstü eğitimimi tamamlıyordum. Mezuniyet törenime annem ve ba­bam da katıla­caktı. Ben tez sunumumdan sonra Aralık ayında iki haftalığına İzmir’e dönmüştüm. Babam İngiltere öncesi Fransa’ya da gider, Bülent’i ziya­ret ederiz dedi. Babam ağabeyimle telefonla konuşarak onun da bizimle İngil­tere’ye gelip mezuniyet törenime katılmasını istediğini söyledi.. Hatta Newcastle’dan sonra İskoçya’ya turistik bir gezi yapmaya karar verdik. O sı­ralar dayım Budapeşte’de Büyükelçi idi. Önce Budapeşte’ye uçup 3-4 gün da­yımı ziyaret ettikten sonra oradan Paris’e uçtuk. Ağabeyim Charles de Gaulle havaala­nında bizi karşıladı. Bavullarımızı aldıktan sonra kiraladığı­mız arabayla Paris’e doğru yol almaya başladık. Arabayı ben kullanıyor­dum. Biz bir türlü Champs Elyses’deki otelimize gidemiyorduk. Çevre yo­lunda devamlı turluyor­duk. Eyfel kulesi ise hep yön değiştiriyordu. Ağabe­yim bir türlü şehre sokamı­yordu bizi. Ga­yet soğukkanlı bir şekilde “Ben Pa­ris’i metro ile bilirim yer üstünden değil” de­yince, babam önümüzde seyre­den taksiyi durdurup şoföre adresi verdi ve ben tak­siyi takip ederek otele vardık. Babamın söylediği ikinci cümle ise arabayı kasdederek “İade et şu mendeburu” olmuştu.
Paris’te ikinci anım ise şöyle: O tarihteki Paris Ticaret Ataşesi’nin eşi anne­min yakın arkadaşının kardeşi idi. Tabii ki Ataşe arandı ve bizler ertesi akşam on­ları ziyarete gittik. Öğleden sonra Paris’te gezerken Ağabeyim Jardin de Luxembourg yakınlarında küçük bir sinemada çok güzel bir Türk filminin oynadı­ğını söyleyerek bizleri oraya götürmek istediğini söyledi. Kendisinin daha evvel seyretmiş olduğu film Türkan Şoray’ın Hazal filmi idi. Akşam bir tanıdıklara ye­meğe davetli olduğumuzdan annem kuaföre gideceğini bahane ederek bizlerle si­nemaya gelmedi. Sinemada ben ve ba­bamın kıyafeti oldukça komikti. Ben Ocak ayında İngiltere’den doktora için Kanada’ya gideceğimden üzerimde kuzu postu, babamda da deve tüyü bir palto vardı. Her ikimiz de Ma­caristan’dan kalpak almış­tık. Benim kalpağım tilki, babamınki de vizondu. Babam kalpağını giyerek daha Budapeşte’de iken kronik sağcı olan dayımı “Oğuz Kosigin’e benzedim mi” diye kızdırı­yordu. Biz o halde küçücük sine­maya gittik. Ağabeyim sağıma, babam da soluma oturdular. Sinemada 12 Ey­lül’den kaçan insanlar ve mülteciler de bulun­makta sinema kapısında bildiri dağıtmaktaydılar. Film başladı ve Tür­kan Şoray meşhur ağıtını feryat figan söyleyince babam kendini tutamadı ve söylenmeye başladı “Sen kalk Paris’e gel ve tıkıl bir sinemaya ve bunu sey­ret” diye söylenmeye başladı. Ağabeyime olan sevgisinden de sinemanın sonuna kadar da sabretti. Si­nema sonrası da “ne sosyal içerikli filmdi” diye ağabeyimle alay etmeye başladı. Ağabeyim baba­mın şakasını anlamamış, sinemayı beğendiği için çok sevinçliydi. Babam si­nemaya gelmeyen an­neme de aklından dolayı övgülerde bulunuyordu.
Ağabeyimle ilgili diğer bir anım da tam onun kişiliğini anlatmaktadır. Öget ile doğum günlerimiz aynı güne rastladığından sanırım 1987 yılı yazı idi, doğum günümüzü Mülkiyeliler Birliğinin Kuruçeşme’deki tesisinde kutladık. Annem ba­bam İzmir’den İstanbul’ gelmişti. Fatmagül Ankara’dan gelmiş Ağabeyimlerde kalıyordu. Nermin teyzem de Ankara’dan gelmiş oğlu Hurşit’te kalıyordu. Onları da davet edip keyifli bir yemek yiyerek do­ğum günümüzü kutladık. Yemek so­nunda lokalden üç ayrı araba ile ayrıl­dık. Ortaköy’de Pfizer ilaç fabrikası önünde polis alkol muayenesi yap­makta idi. Hurşit deneyimli bir İstanbul şoförü olarak sıraya hiç girmeyip sağdan geçerek alkol muayenesinden kurtulmuştu. Ben Hurşit kadar atak davranamadım ve polislerin ikazı ile dur­dum. Arabada annem ve babam vardı ve doğal olarak herkes suskun vaziyette olacakları bekliyordu. Ara­baya yak­laşan Polise hekim olduğumu söyledim ve görevli memur da alkolmetreyi üflettir­meden yoluma devam etmemi söyledi. Tabii komedi arkadaki arabada meşhur kır­mızı Vosvos’ta kopuyordu. Öget Çapa’da gö­revli olduğunu söyleyemediği gibi alkolmetreyi üfleyip alkollü çıktığında görevli polis “Abla iyi içmişsin” gibi laubali bir tavır sergilemiş. Ağabeyim müdahale edip kendisinin de üfleyip üflemeyeceğini sorunca, polis alkolmetreyi ağabeyime uzatmış ve ağabeyimde alkol bulunmamış. Bunun üze­rine ağabeyim cihazın bozuk olduğunu, kendisinin hukukçu olduğunu ve içki aldığı için arabayı eşinin kullandığını, eşinin de Çapa’da çalıştığını söyleyince memur “Abi desene yenge doktor, biz doktorlara ceza yazmayız” deyince ağa­be­yimin reaksiyonu çok kesin olmuş; “Hayır katiyyen olmaz, özel muamele istemiyoruz ceza yazacaksınız” diye polise çıkışmış. Öget ve arkada oturan Fatmagül bir türlü ağabeyimi ikna edememişler ve polis ceza yazdıktan sonra Öget’in kulağına eğilip “Yenge hakikaten abim iyi içmiş” demiş.

Ağabeyimin Hastalığı

Babam İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde prostat ameli­yatı ol­muştu. Ameliyat sonrası alınan parçada kanser teşhisi konmuş ama yaşı ge­reği, hormon tedavisi dışında herhangi bir kanser tedavisi uygulan­mamıştı. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanı Prof. Dr. Atıf Akdaş da Hacettepe kökenli Üro­loji Profesörü idi. Ayni zamanda Ankara Kolejliler derneğinde yönetim kurulunda üye idi. Hurşit ve yakın arkadaşım Dr. Ah­met Temel vası­tası ile de kendisi ile tanışıklığım vardı. Prostat kanseri ko­nusunda da dünyaca çok saygın bir isme sahip olduğunu arkadaşlarımdan hep işitiyordum. Babamın hastalığını, tedavisini ve sey­rini onunla paylaşı­yordum.
Ağabeyimin hastalığı şans eseri ortaya çıkmış - herhangi bir şikayeti ol­ma­dan. Çapa’da Nöroloji Ana bilim Dalı toplantısında 40 yaşını aşkın her erkeğin PSA testi yaptırması gerekir tartışmasından sonra Öget ağabeyimi kan vermeye zorlamış ve Antijen miktarı skalanın üstünde çıkmış. Tabii yo­ğun tetkiklerle hasta­lığın kemiklere de sıçradığı görülmüş. Ben o sırada hastalığı Öget’ten öğrendim. Olayı babamdan saklama kararı aldık. Lise’den sınıf arka­daşım Ali Özsoy ile aynı sitede oturmaktayız. Kayınpederi Hacet­tepe Üniver­sitesi Üroloji Ana bilim Dalı Profesörlerinden Doğan Remzi de şans eseri Ali’lerde kalıyordu. Hemen Ağabe­yim ve Öget’e haber vererek tüm tetkikleri alıp Ali ve Billur’a gidip, Doğan hoca’ya durumu anlattık. Doğan amca rapor­ları inceledikten sonra “ben olsam he­men ABD’ye gide­rim” dedi. Ağabeyim “ya gitmezsem” deyince de Doğan Amca “Atıf’a gide­rim” demişti. Öget de biraz araştırma yaptıktan sonra ben de ağırlığımı ko­yup ağabeyimin tedavisini Marmara Üniversitesinde Professör Atıf Akdaş’ın kontrolünde başlattık.
TÜSİAD raporunun yayınlanması o günlere denk gelmekte idi. Ağa­be­yim epey şimşekleri üzerine çekmişti. Atıf bey ekibi ile ABD’de ne uy­gulanı­yorsa onu uyguluyordu. Önce tipik hormon tedavileri sonra da kemo­terapiler. Ağabeyim hiç bir zaman soru sormayıp uysal çocuk gibi tedavileri hiç aksat­mıyordu. Öget’in ilaç saatleri konusundaki obsesifliğini de unut­mayayım. Öget’in yokluğunda ilaçları benim vermem gerektiğinde korkum­dan saat alar­mını kurup tam zamanında ilaçları içmesini sağlıyordum. Çünkü Öget telefon edip, ağabeyimin ilaçları saatinde alıp almadığını kont­rol ediyordu. Ağabeyi­min damarları zor bulunduğundan serum takılırken oldukça hırpalanıyordu. Kemoterapi aldığı günler Atıf abi biraz alkol alma­sına da ses çıkarmıyordu. Ekip biraz sulandırılmış kemoterapi uyguladığını ağabeyime söylediğinde, o da hemen tedaviye “Yumoş” adını takmıştı.
İki haftada bir hastahanede özel oda bulabilmek için Marmara Tıp’taki tüm arkadaşlarım seferber olmaktaydılar. Özel katın hemşiresi Fikriye ha­nımla da nerde ise akraba olacaktık. Ağabeyim hastalığı boyunca akıl almaz müca­dele verdi. Ağabeyimin tipindeki hastalara çoğunlukla 2.5 yıl gibi bir yaşam süresi veriyordu hekimleri. Ağabeyim önce hekimine müthiş güvendi ve hiç bir zaman başka bir konsültasyon almaya gerek duymadı. Hastalığı sırasında de­falarca yurt dışına git­mesine rağmen bir kere bile bir başka bir doktora gidip muayene olmadı. Atıf Abinin part time’a geçmesinden sonra aynı kürsüden Dr. Levent Türkeri ağabeyi­min tedavisini üstlendi. Klasik tedavi artık bir sonuç getirmeyince Levent bey ABD’deki en son gelişmeleri ağabeyimde uygula­maktaydı. Devamlı hastalığın sey­rini ABD’deki hekim­lerle tartışmaktaydı. Ağabeyim hastalığında 5 yılı geri bırak­mıştı ve yaşam kalitesinde herhangi bir düşüş olmamıştı. Levent’in önerdiği ilaçları ise 24 saat gibi bir zaman içinde getirebiliyorduk. Tabii bunda da o zamanki New York’taki Birleşmiş Milletler­deki daimi temsilcimiz Sevgili Volkan Vu­ral’ın daha doğrusu onun becerikli sekreteri Zeynep’in katkısı çoktu. Onun bize bulduğu Ya­hudi Eczacı Samuel ilaçları sipariş verip getirtiyor, sevgili yeğenim Ege de anlatılmaz biri titizlik ile ilaçları soğuk zinciri bozulmadan JFK havaalanına geti­rip, Türkiye’ye uçan bir yolcuyu bularak ilacın amca­sına ulaşılmasını sağlıyordu.
Ağabeyimin hastalığının üzerinden altı yıl geçmişti. Artık kemoterapi pek işe yaramıyordu. Çapa Onkoljide ışın tedavilerine başlanmıştı. Tümör ateşleri onu çok hırpalıyordu. Kemik metastasından dolayı sağ bacağında ke­mik kendi kendine kırıldı. Ağabeyimin ağrıları oldukça artmıştı. Ama kendisi bir gün bile acısını belli etmiyordu. Tedaviye giderken de ambulans, sedye vs. kullanmamakta da direti­yordu. Cihangir’deki evden koluna gire­rek hastahaneye ışın tedavisine götürüyor­duk. Kırık sonucu ameliyata karar verildi. Çapa Orto­pedi’de ameliyat edilerek aya­ğına çelik plaka monte edildi. Kırılan ve ayrılan uyluk kemiğinin sabitlenmesi sağlanmıştı. Ameli­yatın zorluğu sebebi ile 2 ekip beraber ameliyata almaya karar vermişler. Sabah ilk ameliyata ağabeyimin alı­nacağını Öget’ten haber alır almaz he­men Çapa Ortopedi’ye yıldırım hızı ile ulaştım. Ağabeyim ameliyathanenin önünde sedye üzerinde içeri alınmayı bek­liyordu. Yanında en yakın arkadaşı Prof. Gencay Gürsoy ve Öget vardı. Ameli­yat ekibi ağabeyimi hazırlarlar­ken saat ve yüzüğünü çıkarmasını istediler. Saati çıkarmak kolay olmasına rağmen alyansı bir türlü çıkmıyordu. Gencay Gürsoy o yüzüğün çıkmayaca­ğını söyleyip ameliyatı yüzükle yapın diye cerrahlara takılıyor, kendisinin sık sık evlendiğinden her evli­likte farklı yüzükler kullan­dığından böyle bir problemi olmadığını ameliyat ekibine söyliyerek stresli or­tamı dağıtmaya çalışıyordu.
Ağabeyimin ameliyatı oldukça uzun sürmüştü. Ameliyat sonrası cer­rah­ların sırtları terden sırılsıklam olmuştu. Cerrahlar kemik iliği kuruduğu için ameliyatın çok zor yapıldığını söylemişlerdi. Ayılmayı takip eden iki üç saat sonra enfeksiyon kapmaması için ağabeyimi Ortopedinin yoğun bakı­mına kaldırdılar. Ağabeyim ağır ağır ayılmaya başlamıştı. Yoğun bakıma önce Erdo­ğan Teziç geldi. Ağabeyim bir­den bire sanki hiç bir şey olmamış gibi onunla Ferman Demirkol’un Üniversitede ders vermesi üzerine açtığı davadan konuş­maya başladı. Daha sonra yine yoğun bakıma gelen Necmi Yüzbaşıoğlu ‘na da son çıkan ortak kitabı meslekdaşlara gön­dermesini, Cumhurbaşkanına ve Server Tanilli’ye de imzalayarak göndermeyi ih­mal etmemesini rica etti. Ame­liyattan o kadar az bir süre sonra Ağabeyimin güncel olaylarla ilgilenmesi beni müthiş şaşırtmıştı.
Ameliyat sonrası artık sonun başlangıcı olmuştu. Işın tedavilerinde am­bulans ile hastahaneye gitmeyi red eden ağabeyimin, Cihangir’den Çapa’ya gidiş ve ge­lişleri sorun olmaya başlamıştı. Sadun ve Ozan ile deği­şimli olarak Ağabeyimi Çapa’ya getirip tedavi sonucu Cihangir’e geri geti­riyorduk. Üniver­site Rektörü ağabeyime hala göz açtırmıyordu. Raporlarını kontrol edip üniver­siteye gelip gel­mediğini kontrol ettiriyordu. Marmara Üniversitesi Tıp fakültesi Üroloji Anabilim dalında görevli 5 öğretim üyesi­nin verdiği raporu Rektör Vekili olarak Nur Serter en az üç ayrı dal uzmanı olmamasından dolayı kabul etmemiş, ve ağabeyimin Öget’in öğretim ütesi olduğu Çapa’da değil de, Cer­rahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Da­lında tetkik ve tedavisinin yapılma­sını ve Sağlık Kurulundan rapor almasını Hukuk Fakültesi Dekanlığına bildir­mişti. Hastahanelerde hafta sonları ışın tedavisi vs. olmadığından hastaların eve çıkartılması olağan bir işlem olma­sına rağmen, Rektör ağabeyimin hafta so­nunu hastahanede geçirip geçirme­diğinin tesbitini yaptırtmaktaydı. Bunu Cum­huriyet Gazetesinde Deniz Som köşesinde de yazmıştı. Çapa Tıp Fakültesinin Dekanı da ağabeyimin tedavi­sini üstlenen Profe­sörlere hafta sonu eve çıkart­tıkları için hesap sormak­taydı. Bana iletilenlere göre de bu onurlu başı dik Hocaların hepsi ayrı ayrı Dekan’a gereken yanıtı vermişlerdi.     
Ağabeyimin hastalığında Marmara ve Çapa’daki hekimler olağanüstü bir çaba ile onun yaşam savaşında yanında olmuşlardı. Burada birilerini unuturum korkusu ile isim vermekten özellikle kaçınıyorum.

Ağabeyimin Soruşturmaları ve Mahkemeleri

Bülent Tanör’ün başı ülkenin çalkantılı günlerinde hep derde girdi. On İki Mart Muhtırası ardından üniversiteden uzaklaştırıldı. Ağabeyimi çok se­ven eniştem Prof. Turan Güneş, Danıştayda davasını üstlenmiş ve davayı kazanarak ağabeyim üniversiteye dönebilmişti. İkinci uzaklaştırılması ise 12 Eylül sonrası 1402’lik ol­masıyla olmuştu. Uzaklaştırma kararını veren Hay­dar Saltık baba­mın Harp Aka­demisinden öğrencisi idi. Bu olaydan sonra da babam bir daha General Saltık ile tek kelime konuşmadı, karşılaştıklarında da onu görmezlikten geldi. Bu davada galiba Aybay kardeşler ağabeyimin savunmanlığını üstlen­mişlerdi. Yıllar sonra dava kazanıldı ve ağabeyim Üniversiteye dönebilmişti. Davayı kazandıktan sonra üniversiteden uzak­laştırıldığı günlere karşılık maaş davasını da kazandı. Mahkeme sonucu al­dığı paradan da yanlış hatırlamıyor­sam ya 100 TL ya da 1000 TL’yi im­zala­yarak anneme vermişti. O imzalı para o günden beri Karşıyaka’daki evimi­zin büfesinde sergilenmektedir.
Alemdaroğlu ağabeyim için bir gazetede üniversiteden ilişkisi kesil­mesi için açılan soruşturma için “Bu ilk değil” demişti. Doğrudur. Daha ev­vel hem askeri makamlarca hem de Üniversite Senatosu kararı ile uzaklaştı­rılmalarında hep mah­kemeler sonucu geri dönmüştü. Alemdaroğlu ağabe­yime 2 yıl üst üste olumsuz sicil vermişti. Daha sonra da “İdari Görev Alamaz” diye bir ceza ver­mişti. Ağabe­yim de İstanbul Üniversitesi İnsan Hakları Enstitüsündeki İdari görevinden hemen ayrılmıştı. Bu cezalar için ağabeyim hemen yargıya baş­vurmuş mahkeme yürüt­meyi durdurma karar­ları vermişti. Yanlış anımsamıyor­sam bu davalarda savun­manlığını Profesör Fazıl Sağlam almıştı. Avukatlık yasasında yapılan değişikle Üniversite Öğ­retim Üyelerinin Üniversite aleyhine savunma engeline kadar da ağabeyi­min davalarını Fazıl bey üstlenmişti.
Ağabeyim bir gazetede “Üniversite en karanlık dönemini yaşıyor” diye de­meç vermişti..Galiba gazete başlığı da “Darbeci Geldi Kürsü Da­ğıldı” idi. Şimdi AKP milletvekili olan Burhan Kuzu da kendisine hakaret edildiği iddiası ile Rek­törlüğe şikayet etmişti. Rektör de Ağabeyim hak­kında soruşturma açmış ve soruş­turmacı 2 üye ağabeyimin cezalandırılması yönünde, bir üye de - Prof. Çetin Özek- aleyhinde, yani ceza almaması yö­nünde görüş bildirmişti. Rektör bu olaydan dolayı ağabeyime “Uyarı” cezası vermişti. Bu cezaya itiraz etmesini çok istememe rağ­men ağabeyim bir türlü itiraz etmiyor ve “Canım bu da nazar boncuğu gibi kalsın” diye bana takılı­yordu. Uzun ısrarlarımdan sonra bu ceza için de dava açılmasına onay verdi ve davayı kazandı. Öget Psikodrama’da ol­duğundan ağabeyimin nöbeti bende idi. Davayı kazandığını bana söyledi. Ben doğal olarak mahkeme so­nucuna çok sevinmiştim. Çetin Hoca’ya telefon ede­lim ve haber verelim dedim. Telefon numarasını bulup haberi Çetin Hoca’ya verdiğimde Çetin Özek hocanın mutlulu­ğunu anlatamam. Ağabeyim de yatakta gayet keyifli bir şekilde beni seyrediyordu.
Ağabeyim tüm hayatı boyunca maddiyata hiç önem vermedi. En ra­hatsız ol­duğu konu ise akçalı konulardı. Rektörün ağabeyimin telif ücreti olarak aldığı pa­rayı haksız bir kazanç olarak göstermesi, basın yolu ile ilaç paralarını konu etmesi onu çok üzmekteydi. Ve belden aşağı vuruyor diye de çok kızmaktaydı. TÜSİAD’a 150’den fazla öğretim üyesi sipariş üzerine rapor yazmıştı ve hepsi telif ücretlerini almışlardı; Rektörlük onlara bir şey dememişti. Hatta bazıları­nın uygun bulunma­yıp basılmadığını TÜSİAD üyesi bir yakınımdan öğrene­cektim. Rektör ağabeyim hakkında soruşturma sonucu öğretim üyeliğinden ihraç istemi ile YÖK’e başvur­muştu. Soruştur­malar uzuyor, YÖK, olayı zaman aşımına sokmak için elinden geleni yapı­yordu. Rektör de TÜSİAD’a döner sermayeye para yatırın bu iş kapan­sın diye haberler gönderiyordu. Ağabeyim bunlara şiddetle karşı çıkıyor ve Dö­ner Sermaye’ye paranın yatmasını kendisi­nin haksız kılacağını söylüyordu. Herkes soruşturma konusunda demeçler veri­yor ve Rektörü kınıyordu. O kavgada TÜSİAD da ağabeyimin yanında görüş bildirmişti. Rektörün ikinci dönem atan­ması sırasında da Cumhurbaşkanı ata­mayı imzalamaz diye Rektör ve yardakçıları oldukça hızlı bir şekilde çalışı­yorlardı. Prof. Tolga Yalman zırt pırt ağabeyimi ara­yıp, TÜSİAD’a gidip bir nevi arabuluculuk rolü bile üstlenmişti. Ağabeyim nazik bir şekilde Tolga Yalman’a gerekli cevabı vermişti.
Görev süresi dolan Rektör ikinci defa aday olmuştu. TÜSİAD’ın des­te­ğini almak için de TÜSİAD’ın kapısını aşındırmaktaydı. TÜSİAD’dan bir yet­kili ağa­beyimi arayarak Rektörün gelip bilgi vereceğini, kendisinin de cevap hakkı kul­lanmak için gelip gelmek istemediğini sorduğunda, ağabe­yimin cevabı “Niye gele­yim” olmuştu. Rektör. TÜSİAD Yönetim Kurulu üyelerine “DURUMU ARZ ET­MEK” amacı ile TÜSİAD genel Merkezine gidip, Ağabe­yimin kanun tanımaz, daha evvel şu kadar kere hapse girmiş , geçimsiz, hırçın, yönetimle hep kavgalı, bölücü olduğunu söyleyip, yazdığı eserin telif olmadı­ğını; olsa idi kitabın kapa­ğında isminin yazılı olacağını söylemiş. Hatta o za­manki YÖK Başkanı Kemal Gü­rüz’ün TÜSİAD’a yaz­dığı raporu gösterip “Bakın YÖK Başkanının adı yazılı” dediğinde yöne­timden bir üye kütüphane­den ağabeyimin raporunu getirtip 2. say­fasını aça­rak orada yazılı “Bülent Tanör” adını göstermiş ve “Sizdeki fotokopi, bu orijinal olanı, TÜSİAD rapor­ların kapağına yazarın ismini yazmaz” diye düzeltmiş. Ağabeyimin hakkındaki isnat ettiği sözler için de “Burası yeri değil” diyerek Sav­cılığa gitmesini öner­miş.
Rektör ikinci dönem seçilebilmek için Cumhuriyet gazetesi çalışanla­rını Armada Otelinde yemeğe davet ederek yazarları etki altına almaya ça­lışmış. Gerçi yazarların çoğu ağabeyimi hep desteklemesine rağmen İlhan Selçuk ağa­beyime karşı mesafeli kalmıştı. Ağabeyimden 10 ay evvel kay­bettiğim babamın cenaze­sinde bile bütün Cumhuriyet gazetesi çalışanları arayarak taziyelerini bildirmele­rine rağmen İlhan Selçuk’tan bir taziye gel­memişti. Ağabeyimin ölümünden sonra da Prof. Fazıl Sağlam ağabeyim hakkında bir yazı yazmıştı. O yazıyı da Cumhuri­yet Gazetesi uzun bir süre basmayınca Fazıl Bey yazıyı Cumhuriyet gazetesinden çekip Radikal Ga­zetesinde yayınlatmıştı. O yazıda da kimlerin Ağabeyim aley­hinde soruş­turma komisyonlarında ne yazdıklarını, Rektöre yazdıkları resmi yazı­ları ve sonra bunların hiçbiri olmamış gibi ağabe­yimin ölümü sonrası basına ver­dikleri demeçleri isim isim vererek yazmıştı.
Ağabeyim Fakültesine ve öğrencilerine çok tutkundu. Ağabeyimin öğ­rencisi olan arkadaşlarım onun derslerini öve öve bitiremezlerdi. Ben çok iste­meme rağ­men Bülent Tanör’ü hiç ders verirken izleyemedim. Ağabeyim için Anayasa kürsü­süne yabancı bir ülkede darbeye karışmış bir kişinin atanması olacak şey değildi. Ağabeyim atamanın iptali için yargıya baş­vurdu. Ağabeyi­min ölümünden sonra biz varisleri olarak ve de Öğretim Üyeleri Derneği de davanın devamı için yargıya başvurduk. Mahkeme bi­zim başvurumuzu haklı buldu. İstanbul Bölge İdare mah­kemesine müdahil olarak katıldık. Avukatımız Turgut Kazan’ın savunması sıra­sında gözyaşlarımı tutamadım. İdari mahkeme bizim lehimize karar vermesine rağmen Rektör hukuk tanımazlığını sürdür­mekte ve Yabancı Ülkede dar­beye te­şebbüs eden bir kişi ülkemizin en saygın Üniversitesinin Hukuk Fa­kültesinde Ana­yasa Hukuku dersi vermesine göz yummaktadır..
En son olarak da ağabeyimin akıl almaz bir şekilde insan, hayvan ve doğa sevgisi ile dolu olduğunu söyleyebilirim. Disiplinine müthiş hayran­dım. Evde iken bile sabah erkenden çoğunlukla TRT 3’ü açar ve Klasik Müzik din­lemeye başlaya­rak çalışmaya başlardı. Tüm notlarını kartotekslere alır, oradan da yazılarını ya­zardı. Ben hiç bir bilimsel tarafı olmayan şu ya­zıyı yazarken bile ne kadar zorlan­dım anlatamam. Yazıyı bilgisayarda yaz­dığım için defa­larca kağıtlara yazıp kara­lamak zorunda kalmadım. Ağabe­yim nuhunebiden kalma, klavyesi farklı bir dak­tiloda tüm kitaplarını bir de­fada yazardı. Ve de o kadar az düzeltme yapardı ki şaşırır kalırdım.
Nur içinde yatsın.


* Bülent Tanör’ün kardeşi.

devamını oku >>
Tekeli, Şirin
Bülent’e gecikmiş bir teşekkür yazısı 
Şirin Tekeli
Bülent, benim için, sık görüşmeden de hep çok yakınınızda ve büyük dost bildiğiniz ender insanlardandı. Tam ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. İstanbul Üniversitesi’nde olduğu muhakkak. Ama ne zaman? İktisat Fakültesi’ne 1968’de asistan olarak girdim. Üniversite’nin “68”li düşün­celerle çalkalandığı günlerdi. Yurtdışında okuyup gelmiştim. Çok az kişiyi tanıyordum. Toplantılara katıldığımı hatırlamıyorum. Tanışmamız o dönemde olmadı. Sonra 1971 askeri darbesi oldu. Asistanlar Sendikası’nı kurmuş ve yö­netmiş olanlar yasakçı zihniyetin hışmına uğradılar. Bülent Üniversite’den ay­rılmak zorunda kaldı. Ama akademyadan kopmadı. İsviçre’de hocalık yaptı. Tanışmamız, sanırım Bülent’in bu ilk ayrılıktan sonra yeniden üniversiteye dönmesinden sonra oldu. Neresinden bakılsa çeyrek yüzyıllık bir tanışlıktan sözediyorum. İktisat ve Hukuk Fakülteleri aynı geniş mekanı, eski Harbiye Ne­zareti binasının iki komşu kanadını paylaşırlardı. Diğer fakültelerdeki arkadaş­lardan daha sık karşılaşırdık. Gene de, Bülent hergün yemeğe birlikte gittiğimiz arkadaş grubunda değildi. Üniversite dışında da sık görüşmezdik. Hatta, her ikimizin (Öget’in de) büyük tutkusu kedilerden Bülent’le hiç konuşamadığı­mızı düşünüyorum şimdi, hayıflanarak.
Ancak, Bülent’le hayli dramatik, hayatlarımızda dönüm noktası olan ya da geriye dönüp baktığımızda hatırlanmaya değer önemde bazı anları birlikte yaşadık. 11 Kasım 1981’de İktisat Fakültesi’nin bir toplantı salonunda TÜMÖD üyeleri olarak yaptığımız, yeni kabul edilmiş YÖK Yasası ile ilgili değerlendirme toplantısında o da vardı. İyi hatırlıyorum, çünkü farklı ve zıt görüşleri savunmuştuk. Ben, Yalçın Doğan’ın Ankara’dan, Cumhuriyet Gaze­tesi’nden teleksle ( o zaman teleks vardı) sayfa sayfa geçtiği yeni yasanın, ön­gördüğü aşırı merkeziyetçi, aşırı hiyerarşik yapıyla “akademik özgürlüğe” son vereceğini, bu yüzden kabul edilemezliğini “istifa” yoluyla dile getirmenin, yani sivil protestonun tek çıkış yolu olduğunu düşünüyordum. Ayrıca, askeri yönetimle bütünleşmiş görünen üniversite yönetimlerinin TÜMAS- TÜMÖD üyesi akademisyenleri tasfiye etmesinin yüksek bir olasılık olduğu açıktı. Bü­lent görüşünü her zamanki sade, net, keskin ifade tarzıyla, “bu bizim değil, on­ların sorunudur” şeklinde ortaya koydu. O dramatik toplantıda benim gibi dü­şünenler azınlıktaydı. Ben toplantının sonuna doğru kararımı vermiştim, Fa­külte Sekreterliğine indim ve istifa dilekçemi verdi. Yöneticilerin hışmı tüm TÜMAS ve TÜMÖD’lülerin başına yağmadı ama, bir süre sonra 12 Eylül Yö­netimince kararlaştırılan ve üniversite yönetimlerince uygulamaya konulan 1402 numaralı kararname Bülent’i ikinci kez vurdu. Hep düşünmüşümdür, 1402’ler olayıyla üniversiteye vurulan darbeyi kınamak için üniversitelerden istifa eden (çoğu sonradan dönen) ve sayıları binleri bulan öğretim üyesi ve asistan yasanın çıktığı günlerde topluca istifa etme yolunu seçselerdi, bu etkin protesto karşısında yönetim geri adım atmak zorunda kalabilir, YÖK uygula­namadan değiştirilebilirdi. Olmadı, bugünlere geldik.
Bülent’le bundan sonra, 1980’li yılların ilk yarısında Aydınlar Dilek­çesi’nin hazırlık toplantılarında, İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşu sürecinde yapılan toplantılarda, üniversiteden ayrılmış ya da atılmış sosyal ve siyasal bi­limler, felsefe, iktisat gibi dalların hocalarının, “alternatif üniversite” arayışıyla kurdukları BİLAR’ın ilkelerinin oluşturulduğu toplantılarda, gene akademya dışı kalmış akademisyenlerin çıkardıkları YAPIT Dergisi çevresinde birlikte olduk. Bülent bütün bu toplantılarda, öfkesiz ama kararlı, ironik ama ciddi üs­lubuyla, hep aklı başında, yapıcı, önemli düşünceler geliştirdi. Norberto Bobbio’nun demokratik bir düzenin yapıtaşı olarak gördüğü entellektüellerden beklenen, “militan kültür”ün1) kurucuları olma işlevini en mükemmel şekilde yerine getirdi. Sanırım, yıllar sonra üniversiteye yeniden döndüğünde üzerinde ısrarla durduğu, akademik çalışmalarının yeni odak noktası olan “insan hakları” ve “demokrasi” konularını irdelemeye de bu militan kültür adamı döneminde başladı. Bu dönemi, bu deneyimi, bu inançları onunla paylaşabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum ve ona borçlu olduğum ilk gecikmiş teşekkürü bu bağlamda dile getiriyorum.
Ancak, o deneyimi paylaşan başka dost ve arkadaşlardan farklı olarak Bülent’e benim çok kişisel (doğrudan beni ilgilendiren), ama bugünden geriye baktığımda herkesin bilmesini gerekli gördüğüm bir teşekkür borcum daha var.
YÖK öncesi yıllara dönüyorum. Bülent’in İsviçre’den yeniden üniversi­teye geldiği yıllara. 70’lerin ortası… Doçentlik tezi konusu olarak “kadınları” çalışmaya karar vermişim. Bunu kürsümde ve yakın çevremde açık ettiğimde, şaşkınlık, tepki hatta alayla karşılaşıyorum. Kadınların siyaset biliminde ne işi var? “Askeri demokrasi (!)”, “siyasal modernleşme” falan gibi ağırbaşlı ve önemli konular dururken Üniversite ciddiyetiyle bağdaşmayan böyle bir konu da nereden çıkmış? Bilimsellikten uzak, ideoloji kokan konulara üniversitede yer olamazmış v.s. v.s. Ben o zamanlar henüz “cinsiyetçilik” gibi sonradan önemini kavrayacağım kavramları keşfetmiş olmadığım gibi, üniversitenin Türkiye’nin bütün kurumları kadar cinsiyetçi olduğunun ayırdında değilim. Ama sezgilerimle algılamış olmalıyım ki, kadınları çalışmayı seçtim ve tüm itiraz ve alaylara karşın konumu değiştirmedim. Tahmin edilebileceği gibi konuyu çalışırken çok yalnızdım. Üniversite o zamanlar genellikle, dünyadaki olağan akademik ortamlardan farklı olarak akademik tartışmalara alan açma­yan, araştırmacıyı kaderiyle başbaşa bırakan bir ortamdı. Tanım gereği bilim insanının tek başına hazırlaması beklenen doçentlik tezi bir yana, bilen birinin akademik danışmanlığı altında yapılması öngörülen doktora tezlerinde bile du­rum farklı değildi. Genç araştırmacı, araştırma yönteminden, konusuyla ilgili literatüre ulaşma, konuyu layıkıyla ele almaya dek henüz yeterince birikimi ve tecrübesi olmayan alanlarda başının çaresine bakmaya terkedilirdi. İşte, bu araştırmayı hiç de teşvik etmeyen ortamda benim büyük şansım, günün birinde Bülent’e kadın konusunda çalıştığımı söylemek oldu. Onu doğrudan konunun kendisinin ilgilendirdiğini sanmıyorum. Ama onun etellektüel refleksi, yaygın olan ortalama akademisyeninkinden farklıydı. En azından, şaşırtıcı bir konu onun için ilginçti. Bundan da öte, sezgileri ve bilgisiyle (İsviçre’de geçirdiği yetmişlerin başlarında kadınlara yeni bir gözle bakılmaya başlandığına tanık olması pek mümkündür) konunun bilimsel ilgiyi hakettiğini gördü. Bununla da kalmadı, benim konuyla nasıl cebelleştiğimi görmek istedi. Bana destek olmayı kendine iş edindi. Çünkü Bülent, hem gerçek bir entellektüel, hem de eşi az bulunur bir akademisyendi. Kendi uzmanlık alanının ötesini merak eder, merak etti mi de, kayıtsız kalmaz, tembellik etmez, meraklarının peşine düşerdi. Bu bağlamda bana, 1977 ders yılı sonu için bir randevu verdi. O sırada henüz da­ğınık, alt bölümleri yerli yerine oturmuş olmaktan uzak çalışmalarımı derleyip toparlayarak bir sunuş yapmamı istedi. Neredeyse on yıldır ders veriyordum, doktoramı yazmış, savunmuş ve yayınlamıştım, çeviriler de yapmıştım, ama ilk kez akademik ortamda bir bildiri sunacaktım. Bu hem ürkütücü, hem de ina­nılmaz derecede teşvik edici bir öneriydi. Kabul ettim. Bülent sözünü tuttu. Şimdi tam tarihini hatırlamadığım bir gün, bir bahar günü, Hukuk Fakültesi’nin büyükçe bir salonunda, belki de kendi bölümünün kütüphanesinde, duyurusunu da kendisinin yaptığı bir toplantı düzenledi. Böylece tez çalışmam yeraltından gün ışığına çıktı, meşruluk kazandı. Sunuş çerçevesinde yapılan tartışmalar bana cesaret verdi. İncelediğim konunun hiç de alaya alınacak yanı olmadığı, hatta demokrasi, gelişmiş toplum olma gibi dert edindiğimiz meseleler açısın­dan kritik bir rol oynadığı görüldü. Ben de konunun hayli içine girmiştim, iyi yoldaydım... Belki sunuşum mükemmel değildi, ama, derdini açık seçik ortaya koyabilmişti. Sanırım bildiriyi mutlaka yayınlamam gerektiği yolundaki teşvik de toplantı sonunda Bülent’ten geldi. Böylece ilk bilimsel makalemi2) Bü­lent’ten başka kimseden görmediğim bu dostça destek sayesinde yayınlama cesaretini buldum .
Bülent, yalnız geniş ufuklu, meraklı, gençleri özendiren, destekleyen bir entellektüel değildi. İnatçıydı da. Doğruluğuna inandığı konularda  takipçiydi, ipin ucunu bırakmazdı. Bunu kadın konusuna gösterdiği ilgiyi sonuna kadar sürdürerek kanıtladı. Doçentlik tezim kabul edildikten sonra, gene Hukuk Fa­kültesi’nde, Fransız akademisyenlerin davetli olduğu bir toplantıda sunmak üzere benden bir bildiri daha istedi. Bu kez Fransızca bir bildiri sundum. Sonra, o da, ben de üniversiteden ayrıldık. Kadın konusuna ilgim beni başka çalışma­lara, feminizm teorisine, feminist eylemlere, feminizmi toplumda kabul edilir kılmak için kalıcı kurumlar kurmaya, kısacası hızlı bir tempoda koşturmaya yöneltti. Artık Bülent’i çok az görebiliyordum. Ama o yaptıklarımızı ilgiyle, dikkatle izledi. 1997’de Strasburg Üniversitesi’nde Server Tanilli’ye Saygı(3) sempozyumunda, o da, ben de birer bildiri sunduğumuzda yeniden buluştuk.
Son karşılaşmamız gene onun dar kalıpların çok ötesine geçmişliğinin kanıtı olan bir toplantıda gerçekleşti. 1999 ders yılında Bülent, İstanbul Üniver­sitesi’nde öğretim üyesi olan kız kardeşi, feminist tarihçi Fatmagül Berktay ile birlikte “hukuk ve cinsiyetçilik” konulu bir doktora semineri yürütüyordu. So­nunda artık feminizm üniversitede de kendine yer bulmuş, doktora programla­rına konu edilecek kadar meşruluk kazanmıştı. Kadirşinas dost Bülent, yıllardır akademyadan uzak olmama bakmaksızın beni de bu seminerde bir sunuş yap­maya davet etti. Bu, klasik anlamda bir sunuş olmadı. Ama, doktora sınıfındaki koca masanın etrafında toplanmış birbirinden parlak yirmi, yirmibeş kadar genç hukukçuya, sohbet havasında, yirmi yıllık mücadelemizi, heyecanlarını, zor­luklarını, kazanımlarını, yılgınlıklarını anlattım. Yıllar sonra, İstanbul Üniver­sitesi’nde akademik bir ortamın keyfini birkaç saatlığına da olsa yeniden ya­şama fırsatını bana gene Bülent verdi. Bu paha biçilmez anılar için Bülent’e teşekkür borçluyum.
Bugüne kadar çok az kişiyle paylaştığım bu, benim için çok değerli anı­ları, onun entellektüel portresini tamamlayacakları umuduyla yazmak ve Bü­lent’i sevenlerle paylaşmak istedim.
 
 


 Öğretim üyesi.
  * TÜMAS (Tüm Üniversite, Akademi, Yüksek Okul Asistanları Derneği), TÜMÖD (Tüm Üniversite, Akademi, Yüksek Okul Öğretim Üyeleri Derneği) , 1970’lerin ortası ile 1980 askeri darbesi arasındaki dönemde yüksek öğrenim kurumlarını demokratikleştirmek için çalışan asistanların ve öğretim üyelerinin meslek kuruluşlarıydı.
  * O toplantıda olup da aynı yönde düşünen ve izleyen günlerde istifa eden meslektaşlarım, İstanbul Üniversitesi’nden Murat Belge ve Asaf Savaş Akat ile Boğaziçi Üniversitesi’nden Taha Parla ve Reşit Canbeyli idi.
   1) Alberto Papuzzi (yay.), A Political Life: Norberto Bobbio, Polity Press, 2002.
   2) Şirin Tekeli, “Siyasal iktidar karşısında kadın”, Toplum ve Bilim, Güz 1977.
   3) Türkiye’de Aydınlanma Hareketi, Dünü, Bugünü, Sorunları. 25-26 Nisan 1997 Strasbourg Sempozyumu. Adam, 1997.
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013