İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Kaboğlu İbrahim
Bülent Ağabey ve Kasım Hüznü
 
İbrahim Kaboğlu
Önce, “1961 Anayasası ve Siyasî Düşünce Hürriyeti”, sonra “Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar”, Bülent Tanör’ün, kendisiyle tanışmadan önce oku­duğum kitaplarıydı...
27-29 Eylül 1978’de, Gazeteciler Cemiyeti’nde Avrupa Konseyi ve İs­tanbul Barosu’nca gerekleştirilen “İnsan Hakları Üzerine Yuvarlak Masa Top­lantısı”nı izlemek için, Perşembe ve Cuma günlerini geçirdiğim Bolu’dan An­kara’ya dönmek yerine İstanbul’a geldim. Bülent Tanör’le, o vesileyle tanıştım.
“Günümüzde Yeni Yargı” dergisi, sonraki görüşme ve haberleşmelerimi­zin düzenli olmasına vesile olacak ve ilişkilerimizi hızlandıracaktı....
Birkaç ay sonra yayımlanan ve “Kardeşim İbrahim Kaboğlu’na sevgi ve başarı dileklerimle. B. Tanör. 29.3.1979” hitabıyla gönderdiği “T.C.K. 142. Madde, Düşünce Özgürlüğü ve Uygulama” başlıklı kitabı, imzalı ilk yapıtı oldu. Yazdığı kısa mektupta, -genellikle amaçsal olurdu- eleştirilerimi bekledi­ğini de belirtiyordu. Kitabı okur okumaz, bana verilmiş bir ödev gibi, bir dak­tilo sayfası tutan gözlem ve eleştirilerimi kendisine posta ile yolladım. Hemen olumlu tepki vererek, sonraki basıda değerlendireceğini söyledi. Bu arada, “Günümüzde Yeni Yargı”ya benden beklenen ilk yazımı (“Dernek Özgürlüğü: İlke mi İstisna mı?”, Nisan 1979) gönderdim. Derginin Ankara ve Karadeniz bölgesi abonman çalışmalarını üstlendim...
1979 yılı, Türkiye için bunalımlı, hattâ kaoslu bir yıldı. O ortamda Limoges’a gitmek üzere İstanbul Üniversitesi Merkez Bina önünde beni uğur­larlarken, Bülent Tanör, “bir ihtiyacın olursa bana bildir, idarî işler dışında” deyince, Rona Serozan, “merak etme, onları da ben hallederim” eklemesini yapmıştı. Fransa’dan 17 Ağustos 1980 Pazar günü -14 Eylül’de geri dönmek üzere- izinli olarak dört haftalığına gelmiştim. 12 Eylül sabahı Kenan Evren’in darbe bildirisi ile uyanmıştık. Her ihtimale karşı Ankara’dan yola çıktım ama, Yeşilköy Havaalanı’nda çıkış için yeni belgeler istendi. Türkiye’nin Marsilya Başkonsolosluğu’ndan yazı gelinceye kadar gidemeyeceğim anlaşıldı.
Bu gecikme, 15 Eylül Pazartesi günü Bülent Tanör’ün öncülüğünde Yargı dergisi ekibiyle İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde toplanmamız için vesile oluşturdu. Doç. Dr. Bülent Tanör ve Doç. Dr. Rona Serozan’la bir­likte Av. Necla Fertan, Asistan olarak da Tankut Centel ve ben bir araya gele­rek, ana gündemimiz olan Yargı dergisinin yayımının devamı üzerinde tartıştık. Yayımı askıya alma eğilimi ağır bastı. “Sayın okuyucularımıza” başlıklı şu yazıyı kaleme aldık:
“Mayıs 1976 dan bu yana, yaşamını bir hukuk dergisi olarak sürdüren Günümüzde YARGI’nın, siyasî tartışmaların dışında kaldığı, bir başka ve daha doğru deyişle, siyasî olaylara sadece ve sadece hu­kukçu gözüyle yaklaşıp, hukukî eleştirilerini açıkladığı, gözünüzden kaçmamıştır.
Bu özelliği korumak amaciyle, yeniden kurulacağı açıklanan anayasal düzenin gerçekleşmesine değin; yayın hayatımıza ara ver­meği kararlaştırdık.
Bu kararımızı anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz”.
(Ekim 1980, sy. 54)
Fransa’ya gidişimin iki hafta gecikmesi, Fransız Hükûmeti’nin burslusu olarak bir yıllığına aynı ülkeye bir gün arayla gelen Bülent Tanör’le Paris’te buluşma vesilesini yarattı. Kongre iktidarları üzerinde çalışacaktı. Limoges’a hareket etmeden önce, bir süre birlikte olduk. 12 Eylül Darbesi ve bunun yol açması muhtemel olumsuz uygulamaların ve onarım güçlüklerinin, konuşmala­rımızın eksenini oluşturduğu anlaşılabilir. Hattâ, “Cité universitaire internationale”deki odasına yerleşirken, “İbrahim, Fransızca klavye daktilo ile ‘sıkıyönetimin sıkıcılığı’ deyimini sakın yazma” biçimindeki uyarıyı (Fransız alfabesinde “ı” harfinin bulunmayışını ima ederek) mizahî bir üslûpla dile ge­tirdi...
Prof. Morange ve ben, Kemalizm konusunda bir konferans vermesi için, kendisini Limoges Üniversitesi’ne davet ettik. 12 Mayıs 1981 günü, Le populaire du centre gazetesinde, “Türkiye: Kemalizmin Sınırları” başlıklı şu yazı yayımlandı:
“Geçen hafta, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü Bülent Tanör, çok açık bir üslûpla ve kusursuz bir Fransızca ile, Hukuk Fakültesi öğrencilerine ve bu fırsattan yararlanan bazı Limoges’lulara, Kemalizmin ne olduğunu berrak bir biçimde açıkladı.
1919-20’de başlayan ve 1940-1945’li yıllarda sona eren bir Türk ulusal hareketi söz konusudur. Başlangıçta, orta burjuvaziden çı­kan ve (ulusal burjuvazi, fakat arazi malikleri ve köylüler gibi) çok farklı toplumsal katmanlarca desteklenen aydınlar ve subayların ön­cülüğünü yaptığı bir ulusal kurtuluş hareketi vardır.
Bu hareket, ulusalcı ve demokratik fikirleri uzlaştırma çabası içerisinde oldu. Zira, seçilmiş bir Meclis tarafından yönetilen bu hare­ketin politikası, ulusal egemenlik ilkesini yaşama geçirmek zorundaydı. Renan’ın bu sözcüğe verdiği anlamda ulusalcı, aynı zamanda barışçı ve demokratik olan Kemalizm, devlet ve hukuk aracılığıyla, Türk top­lumunu dönüştürme çabası içerisinde oldu.
Türk toplumu çağdaşlaştırıldı ve lâikleştirildi. Bu çerçevede, Batı’dan esinlenen yasalar, medenî hukuk, ceza hukuku ve ticaret hu­kuku alanında belirleyici oldu. Böylece, ulusal bir devletin kuruluşuna ulaşıldı. Bu da, kapitalist ve burjuva toplumuna doğru bir ilk adımı oluşturdu.
Sonuç olarak, bay Tanör, Kemalizmin sınırlarını da ortaya koy­mak durumundaydı. Kemalizm, Türk ekonomisini demokratikleştirme aşamasına gelemedi. Birçok bakımdan vazgeçilmez olan tarım refor­munu gerçekleştirmeyi istemedi veya gerçekleştiremedi. Bu yetersiz­likler, belki de günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu bunalımlarla bağlantısız değildir”.
Bülent Tanör, Limoges’a ikinci kez doktora tez savunmamda jüri üyesi sıfatıyla yine Paris’ten gelecekti.
1982 başlarında, yeni açılan Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne git­meye karar verişimde, Bülent Tanör’ün Diyarbakır’a gidecek olan gönüllü öğretim üyeleri arasında yer alması da etkili olmuştu. Fakat, onları “gönderme­diler”. Nitekim, B. Tanör, gönderilmeyişini izleyen aylarda, 1402 sayılı Yasa ile Üniversite’den uzaklaştırılacaktı. Diyarbakır yaşantımı daha başından beri merak ve ilgiyle izliyor, bu nedenle 1983’ten 1990’a kadar geçen dönemde İstanbul’a geldiğim zamanlarda, konuşmalarımızın ağırlık merkezini bu konu oluşturuyordu. 1989’da Üniversite’ye dâvâ yoluyla dönüşü ile, benim de aynı yolla 1990’da İstanbul’a dönüşüm arasında paralellik oluşmuştu. Üniversite dışında kaldığı dönemle, benim “gönüllü sürgün” dönemim hemen hemen örtüştüğünden, oralarda karşılaştığım sıkıntılar (acılar, hayal kırıklıkları, tanık olunan ikiyüzlülükler) karşısında Üniversite dışında bırakılan Tanör’ü ve diğer meslektaşları­mın durumunu göz önüne alarak, “yakınma hakkı”mı kendi kendime sınırlıyordum. Öte yandan, “Doğu’nun Paris’i” olarak nitelenen bu kentten, İstanbul’da görev yapan birçok meslektaşın “Bizans zihniyeti”ni keşfetmek de benim için bir kayıp olmasa gerekti... Bir yandan, gönüllü olarak gelmek iste­yen öğretim üyelerinin gönderilmeyişi, öte yandan birkaç saatliğine bile Diyar­bakır’a gelmemek için çeşitli “cambazlıklar”a başvuran meslektaşları. Birbiri­nin karşıtı olan iki tutum, YÖK politikalarınca da sık sık sergilenmiyor değildi. (Gerçekten, rotasyon yoluyla doğu ve güneydoğu üniversitelerine öğretim üyelerinin gönderilmesinde tanık olunan laçkalık, aslında bir çifte standart uygulamasını maskelemiyor değildi. 80’li yıllar, mayası atılan “Türk-İslam sentezi”nin üniversitelerde YÖK gözetiminde tutma yılları oldu aynı zamanda.).
1983 yazında Paris’te “Quarter Latin”de Sorbonne Üniversitesi’nin önündeki meydanda A. Comte Heykeli’nin karşısındaki cafe’de -Tanör, burayı severdi- bir durum değerlendirmesi yaparken, “Günümüzde Yargı” dergisinin yeniden çıkarılabilirliğini konuştuk. Tanör, buna duyulan ihtiyacı ve sivil rejime geçişte görebileceği işlevi dile getirdi (Fakat, ondan sonra bu konuya yeniden dönemedik).
Üçüncü Dünya rejimlerine ve Afrika’ya ilgisi, 1985 sonunda Senegal dönüşümdeki söyleşide somutlaşmıştı. Aradan 16 yıl geçtikten sonra, Kamerun dönüşümdeki konuşmamız, aynı ilgi ve sıcaklığı yansıtıyordu. Üçüncü Dünya rejimleri ve demokrasileri üzerine yazma isteği ile bu ilgisi arasında yakın bağ gözden kaçmıyordu. Fakat, bu isteğini yerine getiremedi.
Marmara Üniversitesi’nde göreve başlamamla birlikte, Bülent Tanör’le bilimsel etkinliklerde ve jü­rilerde birlikteliklerle insan hakları alanındaki çalışmalardaki paylaşım da artacaktı. Artık mesleki yaşantımın sıkıntılı anlarında görüş ve tavsiyesini alabileceğim birinin yakınında bulunmanın verdiği güven vardı. O’nu Haydar­paşa Kampüsü’ne elden geldiğince sık sık getirmek için vesile yaratmıyor de­ğildim. Ne var ki, A. Nalbant’ın doktora jürisinden kendisini çıkarmam için 1996 Mart’ında telefon ederek, sağlığıyla ilgili kötü haberi iletiyordu.
Bununla birlikte, Tanör’ün basın mensuplarını zaman zaman bana yönlendirmeye ça­lışmasına karşılık, kendisini bilimsel etkinliklere ve toplantılara katılım konu­sunda istemde bulunmaya ara vermiyorum. Kimi zaman başkalarını tavsiye ediyor, katılabildiği zaman da ancak “doğaçlama”dan konuşabileceğini söylüyor. Gerçekten, 1996’dan sonra da, birçok toplantıya katılmasını, çoğu kez ısrarlarım sonucu sağladım. Doğaçlamadan olarak nitelediği konuşmaları, çoğu zaman oturumların en özgün olanlarını oluşturdu. Haydarpaşa Kampüsü dışında, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi etkinliklerine de katmaya ça­lıştım. 1999 Ekim ayında Staj Eğitim Merkezi’nde verdiği bir konferansta, bazı avukatların 1970’li yıllardan kalan “solcu” anlayışı yansıtan sorularına verdiği sakin yanıtlardan sonra, İstiklâl Caddesi’nde yürürken, kendisine üzüntülerimi belirttim. Yanıtı, “İyi oldu. Bırak, eteklerindeki taşları döksünler” şeklinde olmuştu. Yine aynı yerdeki bir konferansından sonra, öbür gün Ankara Devlet Konukevi’nde yapılacak olan “Sivil Toplum Örgütleriyle İnsan Hakları Zir­vesi” konulu toplantıya katılmak üzere Ankara yolculuğumuzda konuşmaları­mızın ağırlıklı merkezini, Türkiye’deki insan hakları ve bunlarla ilgili yapı­lanma sorunları oluşturdu. Konuşmanın yelpazesi, TÜSİAD içerisindeki İnsan Hakları Merkezi çalışmalarını kapsamına alacak biçimde genişti. 14 Ekim günü yapılan toplantıda, Devlet Bakanı İrtemçelik, bu zirveyi İnsan Hakları Danışma Kurulu’na dönüştürme fikrini ortaya atmıştı.
Aynı yıllarda, ne yazık ki, İstanbul Üniversitesi’nde Rektör Alemdaroğlu ile Tanör’ün “sıkıntılı” dönemi başlayacaktır. Bunun temel nedeni, üretken bir bilim adamı olarak Tanör’ün eleştiriden kaçınmayarak doğruları dile getirmesinden kaynaklanıyordu...
Gerçekten, 2000 yılı Şubat ayı sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin davetlisi olarak, kendisi İstanbul’dan, ben Paris’ten gelerek Frankfurt’ta bu­luştuğumuzda, kendisi hakkında Hukuk Fakültesi Dekanlığı’nın (T. Centel imzalı) “gereği yapılacaktır” şeklinde Rektörlüğe yönelik yazı örneğini bana uzatınca, 20 yıl önce aynı Fakülte’deki “5’li toplantı”mız aklımdan geçti... Tunus-Limoges-Paris üçgenindeki seyahatim nedeniyle Türkiye’den bir ay boyunca uzak kaldığım için, Frankfurt caddelerindeki uzun yürüyüşümüz sırasında Bülent ağabeyin ülkemizin entelektüel yaşamı üzerine aktardığı tartışmaları ilgiyle dinliyordum. Fakat, içerisinde bulunduğu sıkıntılı ortama ve sağlık sorunlarına karşın, Türkiye solundaki fikrî tartışmaları o denli yakından ve ayrıntılı izleye­biliyor olması, beni hayrete düşürmedi değil. Yine Frankfurt’un ünlü zoobotanik müzesini ziyaret sırasında bitki ve hayvan alemine, ayrıntılara inme derecesindeki ilgisi ve doğal çeşitlilik karşısında, anayasa üzerinde çalışmanın kuruluğundan sözetmesi, çevre hakkı üzerinde de çalışan biri olarak beni hayli heyecanlandırmıştı.
Tanör’e yapılan haksızlıklara karşı, anayasacılar tavır koymalıydı. Bir bildiri kaleme aldım, Anayasa Profesörlerinin kamuoyuna ortak imzayla açık­lama yapmasını sağlamak için. Oldukça yüksek sayıda imza bir araya geldi; fakat bu girişim, askıya alındı. İzleyen aylarda Tanör’le karşılaştığımda, teşek­kür etti ve “Ama, buna gerek yok” dedi. Fakat aynı zamanda, İstanbul Üniver­sitesi’nden iyice sıkıldığını ve geçici süreyle de olsa uzaklaşma isteğini ilk kez açıkça belli etti. 2000 yılının sonbaharı idi...
Birkaç ay sonra, 2001’in başında aklıma yeni bir fikir geldi: Tanör’e desteği kurumsallaştırmak. Bunun aracı, bir “Anayasa Hukukçuları Derneği” olacaktı. Başkanlığına da kendisi getirilecekti. Fazıl ve Necmi Beylerle bir ön girişim grubu oluşturduk. Dernekler Kanunu’nun öngördüğü formaliteleri göz önüne alarak, Bülent ağabeye ilişkin işlemleri yapmak için, önce eşi Öget’le konuştum. Çünkü, kendisi önerimi daha baştan reddedecekti. Nüfus cüzdanı ile bağlantılı ilk işlemleri, kendi haberi olmaksızın yaptık. İmzasını hastanede sonradan aldım. Başkanlık önerisine etik açıdan ilkin karşı çıktı. Israrcı tavrım karşısında, “Peki” demek zorunda kalacaktı. O arada kurucular listesi de ortaya çıktı: İstanbul’dan Sağlam, Üskül, Yüzbaşıoğlu, Yazıcı, İnceoğlu, Üzeltürk, Yokuş; Ankara’dan Aliefendioğlu; Konya’dan Y. Atar; Diyarbakır’dan F. H. Erdem, belgelerini hazırlayıp yolladılar. Derneğin kuruluşunu bir basın toplan­tısı ile kamuoyuna 21 Haziran günü duyuracaktık. Kuruluş işlemlerini Emniyet Müdürlüğü nezdinde tamamlamayı, o sırada Kamerun seyahatinde bulun­mam nedeniyle, kürsü arkadaşım Sultan’dan rica ettim. Emniyet Müdür­lüğü’nün 50 klasör ve dernek merkezi için bağımsız bir yer istemesi ve ayrıca Bülent ağabeyin de ateşinin yükselmesi nedeniyle, derneğin kuruluşunu ertelemek zorunda kaldık. Sonra bir ara bu konuyu yeniden açtığımızda, “Kuracağımız dernek işlevsiz kalmasın, genç arkadaşlar hevesliler mi?” sorusunu sorduktan sonra, bir-iki meslektaşın çekincesini de belirterek, “Sen zaten yalnız başına bir derneğin yürüttüğü çalışmaları yürütüyorsun” sözleriyle, beni teskin etti. Dernek dosyası olduğu gibi çekmecemde duruyor.
“Anayasacılığımızın 125. Yılı (1876-2001)” Panelini, 24 Aralık 2001 günü Haydarpaşa’daki R Salonu’nda Fazıl ve Necmi’nin de katılımıyla, birlikte yaptık (Bkz. Ek I ve Resim 25). R Salonu, daha önceki toplantılarda da olduğu gibi (Örneğin, 1997’de yaptığımız “Anayasa Yargısı” toplantısı) çok soğuk olduğundan, hepimiz ama özellikle Bülent ağabey çok üşüdü. Toplantıdan sonra Dekan Yardımcısı Mehmet Somer’in (Kendisini 24 Mayıs 2002’de kaybettik.) odasında hem ısındı, hem de anayasacı genç meslektaşlarla sohbet etti. Bu, toplu olarak son birlikteliğimiz ve söyleşimiz oldu.
Sonra, 7 Kasım 2002’de, 1982 Anayasası’nın 20. yılı vesilesiyle, bu Anayasa’nın “demokrasi anlayışı ve getirdiği ortam”ı tartışmak için bir toplantı düzenleyeceğimi ve kendisinin de katılmasını istediğimi ilettiğimde, önce he­veslendi, “Ama, verdiğim sözü tutamayınca üzülüyorum” diyerek, Maltepe Üniversitesi’nin 17 Haziran 2001’de egemenlik üzerine yaptığı toplantıya yol­lama yaptı.
İzleyen aylarda, 2002 yaz sonu-güz başı aynı konuyu kendisine açtı­ğımda, 125. Yıl toplantısından sonra bir başka toplantıya katılamadığını belirte­rek, “Beni hesaba katma, siz yapın” dedi. “Gelemez iseniz, telefonla katılırsı­nız” yanıtını verdim. Konuşmasında bozulma olduğunu belirterek, onun da zor olacağını ilâve etti (sağlığıyla ilgili olumsuzlukları ve geri gidişi ilk kez “bilimsel bir gerçek” olarak deyimleriyle dile getiriyordu). “Konuşmanızın bu hali bi­zimkinden daha iyi ” sözlerinden sonra, kendisi olmaksızın toplantıyı yapmak­tan vazgeçeceğimi belirtince, “Hayır, bu bir bilimsel görev, öğrencileri aydın­latmak için bunu yapmalısın” sözleriyle, açık tavrını koydu.
“Meslekî görev ve bilimsel görev” anlayışı, Tanör’ün meslek etiğini özetleyen bir kavram. Bir gün Fakülte’de konuşuyorduk. “Aağbey, öğrenciler ve kürsü arkadaşlarım sıkıştırıyor Anayasa Hukuku Genel Hükümleri için, ama olmadı; bir de, Teziç’e saygı endişem var...”. Yanıtı kısa ve açıktı: “Kitap yazmak, sadece hakkın değil, aynı zamanda görevin”.
Bostancı – 9 Kasım 2003
 


Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
devamını oku >>
Karacabey Haldun
Arkadaşım Bülent Tanör 

Haldun Karacabey

Çocukluk arkadaşım Bülent TANÖR, biz Beylerbeylilere örnek olan ve özellikle benim gençlik yıllarımda düşünce sistemimi etkileyen kişidir.
1956-1957 yıllarında babasının görevli olarak bulunduğu Yugoslavya'­dan yaz tatilinde döndüğünde, Yugoslav gençlerinin ve üniversite talebelerinin yol inşaatlarında imece olarak çalışmasının ve düşünce sisteminin etkisi altında kalarak "Köy Enstitüleri"nin tekrar hayata geçirilmesi gerektiğini bize uzun uzun anlatmıştı.
1960 ihtilalinin getirdiği yapay özgürlüğe rağmen biz, yine 1950-1960 arasındaki alışkanlığımızla ne olur ne olmaz endişesi ile Beylerbeyi parkında Akşam gazetesindeki Çetin ALTAN'ı, Cumhuriyet Gazetesindeki İlhan SELÇUK'u ve kaptanköşkü dediğimiz Şemsibey yokuşundaki evinin teras ka­tındaki odasında Nazım HİKMET'i okuyor ve Bülent'in yorumlarını ve açıkla­malarını dinliyorduk, çünkü düşünce sisteminde Bülent bizden çok önde gidi­yordu.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa kürsüsüne asistan olarak girdiğinde 1.nci sınıfta hocam oldu. Pratik Çalışma Derslerinde Prof. Server TANİLLİ, sonradan eşi olan Öget ÖKTEM (TANÖR)’le birlikte bize derse geldi. Kendisinden günlük yaşantımızda olduğu gibi derslerde de çok şeyler öğrendik. Her şeyden önce düşünmeyi ve adam gibi bir insan olmayı.
Hukuk Fakültesinin Merkez binasındaki doktora salonunda, Bülent'in Doktorasının sözlü sınavında salonda idik. Üç saati geçen bir sözlü sınavı oldu. Tabii her işte olduğu gibi büyük bir başarı ile bu sınavı da geçti. Bu tez o ta­rihlerde Türkiye'nin düşünce özgürlüğünün önünü açan bir eserdi.
Kendisi, 1963-1964 yıllarında, Beylerbeyi Kültür Cemiyet üyesi ve bir dönem başkanı olarak Beylerbeyi'nde düzenlediği konferans ve sempozyum­larla bizlerin ufkunun açılmasını sağlamıştır. Bu toplantılarda konuşmacı ola­rak Bülent'in getirdiği Prof. Çetin ÖZEK, Prof. Murat SARICA, Prof. Server TANİLLİ ve diğer bir çok öğretim üyesi sayesinde sorgulamayı ve düşünmeyi öğrenmiştik.
"12 Mart" sıkıyönetim duruşmalarında avukatlığını yapmak onuruna eriştim. Kayınpederimin öldüğü gün Beylerbeyi Camisinin avlusunda Bülent’le beraberdik. Siyah cübbe giymiş bir hoca ellerini havaya kaldırarak musalla ta­şından kayınpederi Küplüce mezarlığına uğurladı. Bülent, cenaze ile birlikte mezarlığa, ben de avukatı olarak Selimiye'de Sıkıyönetim mahkemesine gittim.
Mahkemede o gün iki tane siyah cübbe ve bir tane nefti elbise giymiş üç kişi, hukuk ve yargılama rezaleti adına hoca misali ellerini kaldırarak Sn. Yücel SAYMAN'la birlikte Bülent TANÖR'ü beş senelik bir mahkumiyet kararına yolladılar. Suçun maddi unsuru doktora tezinin konusu olan "DÜŞÜNCE ÖZ­GÜRLÜĞÜ" üzerine yazdığı makale idi.
Dosyayı tetkikimizde, polisten gelen idari dosyada, İstanbul Üniversitesi Anayasa Kürsüsünde asistan olarak görev yaptığı dönemlerde adının başına "Ord. Prof." ünvanı konan hocası tarafından ihbar edilmiş olduğunu üzülerek gördüm.
Bu mahkumiyet, Bülent'e İsviçre yolunu açtı. Bizim burada mahkum et­tiğimiz aydınımızı, Cenevre Üniversitesi, kadrosuna alarak Anayasa Kürsü­sü'nde kendisinden yararlandı.
1974 affı ile Türkiye'ye döndüğünde Sirkeci Garında babası Cahit TANÖR ve diğer yakınları ile birlikte kendisini karşıladığımızda ilk söylediği söz, Türkiye'de Bülent ECEVİT ile bir yere varılamayacağı ve kendisini des­teklememizin politik bir hata olduğuydu.
Bu açıklamasına çok kızmıştım. Çünkü o tarihlerde bizler Bülent ECEVİT'in arkasında sokaklarda koşturuyorduk. Seneler bana Bülent'in haklı olduğunu gösterdi.
İstanbul Üniversitesi, gitmeyeceği ve istifa edeceğini zannettikleri Bülent TANÖR'ü Diyarbakır Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne yolladı. Büyük bir zevk ve heyecanla bu Üniversiteye gitmeye hazırlandı. Ama, gidişine 1 gün kala, Dekanlıktan telefon ederek bir şeylerin değiştiğini, Diyarbakır'a gitmemesini söylediler. Bülent buna çok üzüldü. Birkaç gün sonra ise, bu "değişen bir şey­ler"in, 1402 ile Üniversiteden uzaklaştırılmak olduğunu anlayacaktı. Hatırladı­ğım kadarı ile bu dönemde Fransa Lion ve Paris Hukuk Fakültelerinde Doktora öğrencilerine ders verdi.
Hasta bir Galatasaraylı idi. Galatasaray'ın maçlarını kaçırmamaya ba­kardı. Beylerbeyi kırında yaptığımız futbol maçlarında apayrı bir Bülent'le tanı­şırdık. Hırslı, koşan ve çok iyi futbol oynayan bir Tanör. Bu maçlarda, İstanbul Beylerbeyi efendisi olan Bülent TANÖR, yerini hırçın, kavgacı, itiraz eden ba­ğırıp çağıran bir insana bırakırdı, günlerce maçın münakaşasını sürdürürdü.
Bana en son verdiği ders, "Prostat Kanseri" üzerineydi. Hastalığını bili­yordu. Ben de prostata yakalanmıştım. Gençlik yıllarımızda bana Marksizm anlattığı gibi, prostat hastalığını anlattı ve önerilerde bulundu.
Şimdi bu öneriler doğrultusunda da mücadele ediyorum. Kendisi hastalı­ğında geç kalmıştı. Hastalık bünyesini sarmıştı. Fakat benim geç kalmamı gide­rayak önledi.
Bebek Camii’nde ve Galatasaray Üniversitesi’ndeki törenlerde toplandı­ğımızda, adam gibi insanlar niye erken gidiyor da adam olduğunu zanneden ve toplumda bu paye ile ödüllendirilen bir sürü insan hala ortalıkta dolaşıyor diye kendi kendime düşündüm.
Bülent, toplumsal sorunları düşünmekten, kendi sağlığını düşünmemişti. Bu yüzden de aramızdan erken ayrıldı.


 Bülent Tanör’ün arkadaşı, avukat
devamını oku >>
Oder Berti lEmrah
Saygı
 
Bertil Emrah Oder
1991 yılının yazıydı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinin çoğunluğu, henüz Beyazıt kampüsündeki görkemli ana binanın ikinci katındaki çalışma odalarını terk etmemişlerdi. Bülent Bey, o dönemde yan binadaki Mukayeseli Hukuk Enstitüsü’nde bir odayı kullanıyordu. Odanın duvarları hava koşullarına pek de aldırmaksızın, su sızdırıyor ve kimi zaman oturulmaz hale geliyordu. Bu nedenle, görüşmelerin bir kısmını ana binada, Beyazıt Kulesi’ne bakan başka bir odada –Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in odası- yapıyordu. Benim Bülent Bey ile ilk görüşmem de burada oldu. Özgeçmiş ve beklentilere ilişkin kısa ve içten bir görüşmeydi. O sırada İsviçre’den yeni dönmüştüm. Bunu öğrenince, biraz da Zürich ve Cenevre üzerine konuşmuş­tuk. Aslında görüşmeye giderken kararsızdım. Binanın koridorları, onca ya­şanmışlık ve gösterişine rağmen, bakımsızlığın da etkisiyle, karanlık ve belirsiz bir geleceğe doğru açılıyor gibiydiler. Oysa Bülent Bey, ne olursa olsun yaptığı işe inancını yitirmeyen insanların uyandırdığı güven duygusunu veriyor, özen­dirici ve destekleyici biçimde konuşuyordu. Bu ilk görüşmeden sonra, araş­tırma görevliliği için açılan sınava girdim ve sonrasında ondan farklı konulara yönelmeme rağmen, desteğini benden esirgemeyen çok yönlü özel bir insanla çalışma şansını yakaladım.
Bülent Bey’in ardından kişisel bir yazı yazarken, akla gelen onca şey arasında seçim yapmak zorlaşıyor. Örneğin; ana binada, Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın emekliliğinden sonra Korkut (Kanadoğlu) ile paylaştığımız ve Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı’na ait tüm kitap ve dosyaların bulunduğu o kocaman odayı temizlediğimiz gün capcanlı duruyor belleğimde. Bir gün önce­den her şeyi planlamış; tozu ve kiri arındırıcı her türlü donanımla odayı temiz­lemiş; kitap, dergi ve gazete koleksiyonlarını yeniden düzenlemiş ve kullanıla­bilir hale getirmiştik. Tüm gün süren bu uğraş boyunca Bülent Bey coşkuyla çalışmış, bizi de coşkusuna ortak etmişti. Oda sonraları, onun katkılarıyla nere­deyse bir enstitü kitaplığına dönüştü. Büyük bir özenle yıllar boyu taradığı gazete haberleri koleksiyonunu bizimle de paylaşmış ve katkılarımıza açık hale getirmişti. Resmi Gazete taramaları konusunda bir bütçenin oluşmasına önayak olan ve taramaları üstlenmemizi önererek gelişmeleri eksiksiz izlememizi sağ­layan da oydu.
Dönem başı ya da sonunda, bazen de beklenmedik bir anda yaptığı ye­mek davetleri ile Bülent Bey, çalışma ortamını renklendirmeyi hiç aksatmadı. Bazen geniş, bazen dar katılımlı bu yemekler için evinin kapılarını da açardı. Eşi Öget Hanım’ın büyük bir özenle hazırladığı ve olağanüstü bir zarafetle minik kadehlerde sunduğu vişneli içki, haklı bir üne kavuşmuştu. Yemek soh­betlerinde klasik müzik ve Balkan müziğine olan ilgisini; konser ve filmleri; yatılı öğrencilik günlerini; ilk gençlik yıllarındaki Yugoslavya anılarını; bisiklet gezilerini; Öget Hanım’a olan derin sevgisini; Armutlu kedilerinin maceralarını bizimle paylaşmaktan çekinmedi.
Lisans derslerini her yıl yeniden tasarladı ve kendini hiç yinelemeden sürdürdü. Bu dersler, kuramsal ve güncel sorunların titizlikle ele alındığı özgül birer konferans niteliğindeydiler. Doktora dersleri ise hem konuları, hem de işleniş biçimleri bakımından tüm katılımcıların etkin biçimde yer aldığı birer çalışma atölyesiydi. “Türk Kamu Hukukunun İdeolojik Otopsisi” başlıklı dok­tora dersinde, her bir katılımcı tek bir yazara odaklanarak, onun anayasa hu­kuku gelişmelerine bakışını inceledi. İdris Küçükömer ile başlayan dersler, Sıdık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Hükmet Kıvılcımlı, Celal Bayar, Ergun Özbudun, Mümtaz Soysal, Niyazi Berkes gibi pek çok öğretim üyesi ya da siyasetçinin yapıtlarını kapsadı. Derslerin sonuncusu Bülent Tanör’e ayrılmıştı. Sunuşu, aralarında benim de yer aldığım üç kişi, yapıtları paylaşarak yaptı. Kendisine yönelik bir sunum yapılmasından hoşnut kaldığını ve çözümlemele­rimizi dikkatle not ettiğini anımsıyorum. Murat Sarıca Kitaplığı’nda yapılan bu ders, tüm gün sürdü ve yıl boyunca incelenen yazarlara ilişkin sınıflandırma­larla sona erdi. Dersler hem Hukuk, hem de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden gelen katılımcılarla yürütülmüştü. Bülent Bey, bütün sene boyunca tartışmaları ustaca yöneterek, farklı alanlardan gelen katılımcılar arasında gerçek bir “aka­demik ortaklık” kurmayı başarmıştı. Bunca zaman sonra, o dersleri sevgiyle anımsamamızın nedeni budur.
Yazarken ve anlatırken, siyasal gerçekliği hiç göz ardı etmedi. Anayasa hukukunun temel sorunu olan olgu ile norm arasındaki diyalektik bağa ne denli önem verdiği tüm yapıtlarında gözlenebilir. İster “dinamikler”, isterse “uygu­lama” adıyla ansın, normun oluşumuna neden olan etkenleri ve normun siyasal – toplumsal yaşamda nasıl algılandığını, dayanaklarını da göstererek hep vur­guladı. Toplumsal ve siyasal dönüşümde “iç dinamikler”in gücüne inandığını sık sık yinelerdi. Geleceğe ilişkin iyimserliği ile de –başta yabancı konuklar olmak üzere- pek çok kişiyi şaşırtırdı.
En son telefonda konuşmuştuk. Babaannemi kaybetmiştim. Acımı payla­şan yorgun ve nazik sesi, kulaklarımdan silinmiyor. Bu konuşmanın ardından çok kısa bir süre sonra aramızdan ayrıldı. Onun gidişiyle Türkiye bir aydın, “Üniversite” ciddi, titiz ve yaratıcı bir bilim insanını, beraber çalıştığı “çocuk­lar”ı da “akademik baba”larını yitirdi. Galatasaray Üniversitesi’ndeki törende, Öget Hanım “ben yaşadıkça, o da benimle yaşayacak” demişti. Bu sözler Bü­lent Bey’in ayrılışını daha katlanır kılıyor. Yine de bir hayale sığınmak istiyorum. Sanki böyle bir an yaşanmış gibi, ikisi birden, eskiden doktora ders­lerini yaptığımız Mavi Salon’da olsun istiyorum. Piyano salonun köşesine çe­kilmiş. Bülent Bey geniş camlarla piyanonun arasında sevgi, emek, onur ve sabırla örülü bir yaşamın bıraktığı huzur duygusuyla klasik kadife koltukta oturuyor. Bir ders sonrasında olduğu gibi, Öget Hanım Erik Satie’den Trois Gnossiennes’in ilk bölümünü çalıyor.
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum. 


 İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi.
devamını oku >>
Öget Öktem Tanör
Bülent Tanör’le 36 Yıl
 

Öget Öktem Tanor

Her şey, Ekim 1966'da, ikimiz de Anayasa Hukuku asistanı olarak, Hü­seyin Nail Kubalı ve Orhan Aldıkaçtı'nın öğrencilere yaptıkları Ekim dönemi sözlü sınavında gözlemci sıfatıyla otururken, onun benim kulağıma söylediği bir sözle başladı.
Tanışıklığımız 3-4 yıldır sürmekteydi. Son 2 yıldır aynı kürsüde asistan olmak dolayısıyla biraz daha yakın arkadaş olmuştuk. Ama dostluğumuz, birbi­rini kafaca beğenen bir arkadaşlık sınırının ötesinde değildi ve sanırım ötesi ikimizin de aklından geçmiyordu. Fakat bilinçdışı bir şekilde "ötesi"ni de bi­riktiriyor olmuş olmalıyız ki, o Ekim öğleden sonrası sözlü sınavında bana bunu ima eden (beni beğendiği imasını içinde taşıyan) sözü bende hemen yan­kısını buldu; bendeki yankı da ona yansıdı ve böylece 36 yıl sürecek bir aşk başladı.
Birlikte olmaktan sevinç duyuyorduk. O sıralar, Çarşamba günleri fa­külteye gitmek gerekli değildi. Fakat bir süre sonra, birlikte oturup konuşmak, biraz gezip dolaşmak için Çarşambaları da gelmeye karar verdik. Hiç unutmuyorum, fakültede buluştuğumuz ilk Çarşamba, o sabah evinde fakülteye gelmek üzere hazırlanırken duyduğu duyguyu Bülent, "Kalktım; içimde bir se­vinç, bir sevinç!" diye dile getirmişti. Birlikte olmaktan sevinç duyma, 36 yıl boyunca ikimizde de kaybolmadı. Bütün bu yıllar boyunca, sabah uyandığı­mızda kendimizi birbirimizin yanında bulmaktan sevinç duyup, bunu birbiri­mize gülümseme şeklinde ifade ettik. Son güne kadar bu değişmedi. Sabah o benden önce uyanmışsa, gözlerimi açıp da ona baktığımda, onu, yüzünde cin gibi, muzip, zeki bir gülümsemeyle bana bakarken bulurdum.
1966 Ekiminden başlayarak, her şeyi birlikte yapmaya koyulduk. Kürsü işleri için yapılacakları beraber yapıyor, gidilecek yerlere beraber gidiyor, yapı­şık kardeşler gibi beraber dolaşıyorduk. Bu da sonraki hayatımızda hep sürüp gitti. Her şeyi birlikte yapmaktan, birlikte görmekten, birlikte dinlemekten hoşlandık hep. Bunun bir çok kişiye sıkıntı verebilecek bir şey olduğunu, in­sanların "yalnız kalıp soluk almak" ihtiyacı duyduğunu biliyorum. Bizimki herhalde istisnai bir durumdu. Bülent, "Bir elmanın iki yarısı gibiyiz." demişti. Öyleydik. Gördüklerimiz, okuduklarımız, duyduklarımız karşısında benzer şe­kilde düşünüyor, benzer duygular geliştiriyorduk, o nedenle de her şeyi birlikte yapmak, paylaşmak, bunlar hakkında konuşmak çok güzel oluyordu. Bülent, "En önemlisi de, birlikte gülebiliyoruz" derdi.
36 yıl boyunca bir kez bile kavga etmedik; kavga etmek hiç gerekmedi. Zaten ciddi anlaşmazlıklara hiç düşmedik; ufak tefek şeyleri de kavgaya hiç ge­rek kalmadan halledebiliyorduk.
Bu kadar benzerlik içinde benzemez yanlarımız yok muydu? Tabii vardı. Düşünüyorum; ve üç ana konuda benzemezlik buluyorum. Birincisi, Bülent çok disiplinli çalışan bir insandı; sabah çalışma masasının başına oturur, ak­şama kadar zevkle, bir yandan da TRT-3'ten klasik müzik dinleyerek çalışırdı. Fakülteye gitmediği günler evde hayatı böyle geçerdi. Bundan zevk alırdı. Bense hiç disiplinli bir çalışıcı değildim. Yazdığım yazıları yazmayı, verece­ğim dersleri hazırlamayı hep son dakikaya bırakırdım. Ben de, bu son günlerin ya da son saatlerin yoğun temposundan zevk alırdım; aklım en verimli işleyi­şini böyle saatlerde ortaya koyardı. İkinci benzemezliğimiz, onun çok cesur, atak, girgin ve sevimli olmasına karşılık, benim çekingen, içine kapalı, yeni in­sanlarla ilişki kurmaktan kaçınan biri oluşumdu. O meselenin özüne yönelik hızlı kararlar alır, bense bütün ihtimalleri hesaba katan, kılı kırk yaran, belki bi­raz obsesif bir düşünce biçimi ve tutum sergilerdim. Ama bu farklılığımız iki­mize de iyi gelirdi; birbirimizi tamamlardık. Onun cesur, atak tavrı bana yalnız olsam hiçbir zaman ulaşamayacağım ufuklar açar, benim bütün ihtimalleri ve teferruatı hesaplayışım, sonunda onun çok işine yarardı. Bir anlamda birbirimi­zin boşluğunu doldururduk; hastalığı ve tedavisi ile ilgili bütün ayrıntıları dü­şünüp bunları organize etmem ve üstlenip sürdürmemle ilişkili olarak arkadaş­lara, "Öget olmasa, şimdiye kadar ölmüş olurdum" derdi. Üçüncü farklılığımız, seyahatlerimizde, gezdiğimiz gördüğümüz yerlere karşı tavırlarımızla ilişki­liydi. Bülent bir gördüğü yeri bir daha görmek istemez, gittiği yerde kısa kal­mayı ve sürekli yeni yerlere gidip yeni yerleri görmeyi severdi. Bense tam ter­sine, gittiğim yerde daha uzun kalıp orayı daha yakından tanımayı severdim, eski gittiğim yerlere bir daha gidip bildik, tanıdık şeyleri bir daha görmeyi is­terdim. Bu farklılığımızı da, daha çok ben ona uyarak, yer yer de onun bana bi­raz uymasıyla bir orta yolda hallettik. Birlikte ilk Bodrum'a gidişimizde, ora­daki bir sokak köpeği ile dost olmuştum ve onu çok sevmiştim. Bülent'in artık Bodrum yerine başka yerleri görmek isteyeceğini bildiğim için,o köpeği yeni­den görebilme konusunda hiçbir ümit taşımıyordum. Ama ertesi yaz Yunan adalarına yaptığımız bir yolculuğun sonuna Bülent'in bana tam bir sürpriz şek­linde 2 günlük bir Bodrum ekleyişini ve "O köpeği tekrar görmenin seni sevin­direceğini biliyordum." deyişini hiç unutmam. Gerçekten, ben de köpek de bu buluşmadan çok mutlu olduk; sanırım bizi izleyen Bülent de. O kadar ki, bir sonraki yıl köpeği bir kez daha görmek için üçüncü ve kısa bir Bodrum yolcu­luğu daha yaptık; ama bu sefer maalesef artık köpek yoktu.
Tabii aramızdaki son bir "benzemezliği" de eklemeliyim: benim Fener­bahçe onun Galatasaray taraftarı oluşumuz! Her ikimiz de kendi takımımızı "fanatik" biçimde tutardık. Ama Galatasaray şampiyon olunca, ben Bülent se­viniyor diye birazcık memnun olurdum; o da Fenerbahçe yenildiğinde ben üzülüyorum diye üzüldüğünü ya da pek sevinemediğini ifade ederdi.
Ortak yanlarımız ise o kadar çoktu ki, bunları sayıp anlatmak mümkün değil. Ama herhalde, Bülent’in deyişi ile “Kediciliğimiz”e dokunmadan geç­memek gerek. Aslında ben bütün hayvanlara düşkünüm, kedileri ve köpekleri de aynı derecede severim, ama küçüklüğümden beri evde daima bir kedi oldu­ğundan, kedi dilini anlamaya daha yatkınım. Bülent’in de Beylerbeyi’ndeki evinde genellikle bir kedi hep olmuş; ama onlarla fazla bir yakınlık kurmamış. Bana, “Ben senden sonra kedici oldum.” derdi. Gerçekten, eve gelip bizimle yaşamaya karar veren kedilerimizle çok yakınlık kurdu. Bizimle yaşamaya ka­rar verip kendisini “evin kedisi” ilan eden 4 kedimiz oldu. Geliş sırasıyla; Lumpen, Yumoş, Babunya ve Gülpembe. Bülent ve ben, onların hepsiyle ayrı ayrı çok yakınlıklar kurduk. “Kedicilik” günlük dilimize de yansıyordu. Bir kere ikimiz de birbirimize isimlerimizle değil, “Pisi” diye sesleniyorduk. Bu, nasıl olduğunu bilmediğim çok doğal bir yolla yerleşmiş bir alışkanlıktı. O ka­dar ki, bir zamanlar komşumuz olan bir Fransız aile (sanırım Lumpen zama­nıydı), benim adımın Pisi olduğunu sanmışlardı. Bunun dışında, günlük dili­mize yansıyan bir örnek daha vereyim: benim dişimi fırçalayıp yüzümü temiz­lememe ve yüzüme nemlendirici sürmeme, Bülent, kedilere gönderme yapa­rak” yalanma” adını takmıştı; “Haydi sen yalanmanı bitir” ya da “sen yalan­maya başla istersen” diye konuşurdu. Bülent’in son demleriyle ilgili bir olay anlatmak istiyorum. Babunya Armutlu’da yazlık evimizin olduğu yerde yaşa­yan 12 senelik kedimiz (Bkz: Resim 20). Kışın orada hemen hemen hiç kimse kalmaz; Babunya avlanarak hayatını sürdüren tam bir doğa kedisi. Kışın güzel havalarda hafta sonları oraya sık sık gideriz, ve adını seslendiğimiz anda Babunya uzaklardan, tepelerden, yıldırım gibi koşarak gelir ve orada kaldığı­mız sürece ev kedisi olur. Bülent, ölümünden 3 hafta önce, 7 Kasım’da, bana Armutlu’ya gitmek istediğini söyledi. Gittik. 5 gün kaldık. Tabii Babunya’yı buldum, eve geldi. 5 gün 5 gece Bülent’le hep kucak kucağa yaşadılar. Bülent Armutlu’ya gelebil­mekten çok mutlu oldu; 1 ay sonraki Şeker Bayramını kas­tederek, “Bayramda gene gelelim.” dedi. Son gün dönerken, Babunya’yı çıkar­dım, Bülent’in Ar­mutlu’da giydiği kazağı katlayıp yatağın üzerine koydum. Çıktık. Tabii bir daha Armutlu’ya gelmemiz kısmet olmadı. Ama Bülent “Bay­ramda gelelim.” demiş olduğu için, ben bunu vasiyet olarak alıp Bayramda Armutlu’ya geldim. Babunya’yı buldum. Babunya ilk kez Bülent’siz geldiğimi görüyordu. Her­halde benim halimden de bir şeyler anladı. Bülent’in yatağına çıkıp doğruca o son sabah katlayıp bıraktığım kazağına gitti. Kazağın içine burnunu sokup koklamaya başladı. Bir kedi bu kadar uzun zaman bir şeyi koklamaz. Babunya çok uzun uzun, inanılmayacak kadar uzun bir süre, bur­nunu kazaktan kaldır­madı, bir yandan elleriyle yoğururken bir yandan kazağı kokladı. Sanıyorum ki, durumu kendince kavradı.
Kedi severliğimiz, dediğim gibi, pek çok ortak yanımızdan yalnızca bi­riydi. Hayatı birlikte yaşıyor olmak, bizim mutluluk kaynağımızdı. Birlikte ge­zip dolaşmak kadar birlikte evde oturup sohbet etmekten de zevk alırdık. Dostlarımızla seyrek buluşurduk. Akşamları, evde güzel bir sofra ve güzel bir şarap eşliğinde, sevdiğimiz müzikleri de dinleyerek saatlerce konuşmaktan haz alırdık. Sofra ve ikili sohbet, her akşam saatlerce sürerdi. Geçen yıllar bu zev­kimizi hiç bozmadı, azaltmadı.
Birlikte bir iş yapmak da çok hoşumuza giden bir şeydi, bunu yaparken çok eğlenirdik, birçok şeye gülerdik. Örneğin onun kitaplarının tashihini yap­mak, orada karşımıza çıkan durumlar, olaylar, fikirler hakkında konuşmak, bazan ufak bir yerini değiştirmek bize çok keyif ve mutluluk verici bir meşgale idi. Ölümünden yalnızca 1 ay kadar önce, Cumhuriyet Yayınlarından çıkan Kurtuluş Kuruluş'un genişletilmiş baskısının tashihlerini yaparken son kez bu keyfi ve mutluluğu bir daha yaşadık. Son aylarında artık pek bir şey yiyemiyor, sofrada da oturamıyordu. Ben onun yanına uzanıp ona gazete okuyordum; bu gazete okuma ve bununla ilgili konuşmalarımız da bizi hem eğlendiriyor hem mutlu ediyordu.
Biz Bülent’le her zaman, geçmişin güzelliklerinin birikimi ve geleceğe ilişkin hoş beklentiler içinde, o an'ın tadını çıkararak yaşadık. Ama hastalığı ve bunun sonuyla ilgili bilgimiz, bunun sözünü etmesek de, her an o an'ı birlikte yaşamanın daha bir bilinçle tadını almaya götürdü bizi. Bu belki bir korunma refleksiydi; ama ilerdeki kötü sonu aklımızdan çıkararak o an birlikte olmanın, birlikte güzel bir şey yapmanın tadını çıkardık hep. Sanırım kötü son, ikimizin de yalnız olduğumuz zamanlarda düşündüğümüz bir şeydi. Bu hastalığın onun ömrünü sınırladığını, dolayısıyla birlikteliğimizi sınırladığını başından beri bi­liyorduk. Ama ikimiz de, bunu hiç konuşmadan, birlikte olduğumuz her anı, ilerisini düşünmeden o an adına yaşayabiliyorduk. Her gün, bizim için "bugün" vardı ve o günün tadını (benim için alttan alta müthiş bir hüzün olsa da) çıkarı­yorduk. Küçük küçük şeyler, bizi her zamanki gibi mutlu ediyordu.
Bülent bu hastalığı nasıl karşılıyordu? Bana, "İnsanlar benim bu hastalığı yenme azminde olduğumu sanıyorlar. Duruma 'Ben bunu yeneceğim' gözü ile baktığımı düşünüyorlar. Oysa öyle bir şey yok. Ben sadece 'aldırmıyorum'. Olacak olana hiç aldırmıyorum ve düşünmüyorum. Hepsi bu." demişti. Ger­çekten de, hiç böyle bir şey yokmuşçasına hayatını sürdürdü, çalışmalarını planladı, gerçekleştirdi. En son çalıştığı, "3. Dünya Anayasacılığı" adı ile ya­yımlamayı düşündüğü bir kitaptı. Bu konuyu İsviçre ve Fransa'da Hukuk Fa­kültelerinde doktora dersi olarak işlemiş ve çok beğenilmişti. Ders notları ha­zırdı. Şimdi konuyu güncelleştirmek, yeni değişiklikleri de eklemek ve yayım­lamak istiyordu. Son yılını bu çalışmalarla geçirdi. Fransa'da bulunan Server Tanilli'ye bir çok kitap ısmarladı, onun gönderdiği kitapları okudu, notlar çı­kardı, her zamanki gibi bunları karton fişlere işledi. Son anayasa değişiklikle­rini toplayıp fişledi. Artık sıra, diğer kitaplarını yazdığı zamanlarda olduğu gibi, bu fişleri masasının üstüne yaymak ve Erika marka daktilosunun başına geçip kitabı yazmaktaydı. O sırada son yılın Haziran ayına gelmiştik ve Bülent artık kendini çok halsiz hissediyordu; oturur pozisyonda uzun süre kalamıyordu; sık sık yatağa uzanmak zorundaydı. Bu durum giderek daha arttı, yataktan kalkamaz oldu. Kan tablosundaki geri döndürülemez bozulmalar ne­deniyle sık sık da hastanede yatması gerekiyordu. Ama aklı fikri yazamadığı kitabındaydı. Arada kendini güçlü hissettiği 5 ya da 6 dakika olsa, hemen ma­sasının başına geçiyordu. Bu dönem içinde pek çok kere bana, "En üzüldüğüm şey masa başında oturamamak ve çalışamamak." dedi. Bu sözü son aylar içinde kendisinden 8-10 kez duymuşumdur. "Kitabımı yazamıyorum, arkadaşlara ver­diğim sözleri yerine getiremiyorum." diyerek üzülüyordu. Ölümünden 2,5 hafta önce bile, 10 Kasımda, kitap için okuduğu Senegal Anayasası’na ilişkin notları bana dikte etmişti.
Bülent, görev bilinci, sosyal ve siyasal sorumluluk duygusu çok gelişmiş biriydi. İyimser, mücadeleci, hiçbir korkutma ile pasifize edilemez bir kişiliği vardı. Ülke sorunları ve siyasal sorunlarla mücadelede veya doğru bildiği ko­nularda kendi üstleri ve yöneticileriyle mücadelede başına gelebilecek belaları hiç hesaba katmadan mücadelesini yürütür, haklı olduğunu bildiği mücadeleyi hiç korkmadan, bütün sonuçlarını göze alarak, yılmadan ve hiç geriye düşme­den sürdürürdü.
"Bir tek kişinin mücadelesi sorunu çözemez." diye düşünülebilecek du­rumlarda da hiç böyle düşünmez, üstüne düştüğünü varsaydığı şeyi mutlaka yapardı. Mesela, bir ormana ya da deniz kıyısına gittiğimizde oturup keyfine bakmadan önce ilk yaptığı şey, etrafa atılmış çöpleri toplamak olurdu. Tabii ben de ona katılırdım. Orada bulunan insanların bizi bir süre dikkatle gözle­dikten sonra genellikle "Bravo, çok iyi yapıyorsunuz" demeleri ama akılların­dan kalkıp yardım etmeyi geçirmemeleri Bülent'i hem kızdırır, hem güldü­rürdü. Fakat ortalıkta çocuklar ve gençler varsa, "Haydi bakalım gençler, yar­dım edin." diyerek onları da işe katar ve çevreyi temiz tutma, bu işi gönüllü yapma konusunda konuşarak onları bilinçlendirirdi.
Aramızdaki ilişkiyi sağlam tutan şeylerden biri de birbirimizle gurur duymamızdı sanırım. Ben onun hemen hemen her şeyini beğenir, onunla gurur duyardım. Onun da benim için aynı şeyleri hissettiğini biliyorum.
Akla, bu kadar yakınlık içinde 36 yıl hiç bir başkasına ilgi duymadık mı sorusu gelebilir. Duyduk. İkimizin de, bir iki kere, kısa süreyle başkasına ilgi duyduğumuz, başkasının çekim alanına girdiğimiz oldu. Ama bunlar hem kısa sürdü, hem de birbirimizin değerini daha iyi anlamamızı sağladı. Bunlardan, ilişkimiz daha da güçlenerek çıktı. O nedenle de geride hiçbir iz bırakmadan geçip gittiler.
Ölüm ve mezarlık konusunu tek bir kere konuştuk. Konuyu Bülent açtı. Benim annemin Sahrayıcedit'teki yerini mi, onun ailesinin Beylerbeyi Küplüce mezarlığındaki yerini mi kullanırız, ya da başka bir yer mi olur diye sordu. Ben kararı ona bıraktım. O zaman, "Neresi olursa olsun, benim için önemli olan tek şey, senin de benim yanıma gelmen. İnsan tabii güzel bir yerde yatıyor olmak ister; ama bunun önemi yok. Beni teselli edecek tek şey, senin de yanıma gele­ceğini bilmek." dedi. Bu konuyu bir daha konuşmadık.
Son olarak, vedalaşma sahnemizi anlatmak istiyorum. Solunumunu ra­hatlatmak için son gün Bülent'i yoğun bakım ünitesine kaldırdılar; son 24 saa­tini orada geçirdi. Ölümünden 1 ya da 2 saat önce bana, artık bitmek üzere ol­duğunu, istersem vedalaşmak için yanına gitmemi söylediler. Yoğun bakımda yatarken kendisine kas gevşetici veriyorlardı ve Bülent uyur gibi hep gözleri kapalı duruyor, tepki vermiyordu. Yanına gittiğimde gene o durumdaydı; beni duymadığını düşündüm, ama onunla konuştum. Ona sevgi sözleri söyledim. İlişkimizin ilk yıllarından birinde bir gün Vaniköy sırtlarında otururken, Bülent benim avucuma, işaret parmağı ile, "SENİ SEVİYORUM." yazmış bitirince de her zamanki titizliği ile, cümlenin bittiğini gösteren bir nokta koymuştu. Ben de böyle yaptım, Bülent'in avucuna bu iki kelimeyi yazdım ve nokta koydum. Sonra ona, "Pisiciğim, artık bitti; şimdi sen gidiyorsun. Ama sonra ben de gele­ceğim. Gene birlikte olacağız." dedim. Bülent'in sağ gözünden yanağına bir damla gözyaşı aktı. Ben, Bülent'in beni duymadığını, algılamadığını zannetti­ğim için bunu fizyolojik bir gözyaşı damlası diye yorumladım. Hatta o sırada yanıma gelen bir doktor arkadaştan makas rica ederek, saklamak üzere Bülent­'in saçından bir parça kestim. Her şey bittikten sonra, farklı zamanlarda konuş­tuğum yoğun bakım doktoru arkadaşların hepsi, ayrı ayrı, bana Bülent'in beni duyup anladığını düşündüklerini, çünkü verdikleri ilacın derin bir uyku yarat­mayıp sadece kasları gevşettiğini, o gözyaşının da gerçek bir gözyaşı olabile­ceğini söylediler. Üzüldüm. Çünkü beni duyduğunu bilseydim daha uzun konu­şurdum, Bülent'in gidişini kolaylaştırmaya çalışırdım.
O artık yok. Ama benim için öyle değil; benim için var. Hep onunla bir­likteyim. Olan biteni onunla paylaşıyorum. Onunla konuşuyorum. Onunla bir­likte yaşıyorum. Sanırım son dakikama kadar da böyle olacak. Onunla birlik­teyken ki alışkanlıklarımızı sürdürüyorum; bu bana iyi geliyor. Sabah 8'de kla­sik müzik başlarken TRT Radyo 3'ü açmak gibi. Akşamüstü çay yapmak gibi. TV'den maç izlemek gibi. Ama birlikte gerçekten keyif alarak yaptığımız şey­leri henüz yapamıyorum. Örneğin, çok sevdiğimiz Balkan müzikleri kasetlerini dinlemeyi ya da konser izlemek üzere Aya İrini'ye gitmeyi ne kadar sonra göze alabileceğim (ya da göze alabilecek miyim) kestiremiyorum.


 Bülent Tanör’ün eşi, öğretim üyesi.
 
devamını oku >>
Onur Öymen

Yurtsever bir bilim adamının ardından

 

Onur Öymen

Arkasında büyük bir boşluk bırakarak aramızdan ayrılan Profesör Bülent Tanör’ün kişiliği, çalışmaları, eserleri hakkında çok şeyler yazıldı, söylendi. Kendisi bu söylenenleri fazlasıyla hak etmişti. Yurt içinde ve yurt dışında say­gınlık kazanmış bir bilim adamı, hukukun üstünlüğünün ve insan haklarının yılmaz bir savunucusu olan Bülent Tanör ülkemizin yetiştirdiği en değerli ay­dınlardan biriydi. Bülent Tanör aynı zamanda Atatürk ilkelerine yürekten bağlı gerçek bir yurtseverdi. Arkadaşları onun bu özelliğini daha okul yıllarında keş­fetmişlerdi.
Bülent Tanör benim ilkokul yıllarından beri çok yakın arkadaşımdı. On­daki yurt sevgisi, halk için fedakarlıkta bulunma duygusu daha o yıllarda ge­lişmişti. Babası Cahit Tanör çok değerli bir subaydı ve o tarihlerde Kore’deki Türk birliğinde görevliydi. Daha sonraki yıllarda Galatasaray Lisesinde asker­lik öğretmeni oldu. Bülent’in babasıyla niçin bu kadar iftihar ettiğini onu tanı­yınca daha çok anladık.
Lise yıllarında Bülent’le hemen hemen her gün yurt sorunlarını konuşur­duk. Yatakhanede yataklarımız yan yanaydı. Bazı geceler herkes uyuduktan sonra onunla saatlerce konuşur, o zamanki bilgilerimizin olanak verdiği ölçüde Türkiye’nin meselelerine çare arardık. O zaman da ülke gündemindeki en önemli sorunlardan biri Kıbrıs’tı. Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları Enosis hayalini gerçekleştirmek için her yola başvuruyorlardı. Kıbrıslı Türkler büyük baskılara, saldırılara maruz kalıyorlardı. Daha Londra ve Zürih Antlaşmaları imzalanma­mıştı. Onları mutlaka bu sıkıntılardan kurtarmak lazımdı. Ama nasıl? Bülent’le Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü ve can güvenliğini korumanın yollarını düşü­nürdük.
O yıllarda Türkiye’de demokrasi tam olarak işlemiyordu. Basın özgür­lüğü, yargı bağımsızlığı, tarafsız radyo gençlerin ve aydınların ortak özlemiydi. İşte biz Bülent’le bunları da konuşur, çareler bulmaya çalışırdık.O, hukukun üstünlüğü düşüncesine daha o yıllarda bağlandı. Hukuku daha sonra kendisine meslek seçti ve o alanda Türkiye’nin en önde gelen bilim adamlarından biri oldu.
Bütün bunları konuşuyorduk ama konuşmak yeterli değildi. Bir şeyler yapmalıydık. Bütün bu konularda milli duygular yüksek tutulmalıydı, bunun için gençlere de görev düştüğünü düşünüyorduk. O sıralarda Milliyet gazetesi Çanakkale’de bir şehitler anıtı yaptırılması için kampanya açtı. Bizim de bu çorbada tuzumuz olmalıydı. Bülent ve diğer birkaç arkadaşımızla birlikte Mil­liyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’yi ziyaret ettik. Bu kampan­yaya katılmak istiyorduk. Hiçbir karşılık beklemeden Milliyet gazetesini sata­cak ve bağış toplayacaktık. Galatasaray Lisesi öğrencileri olarak sokaklarda, vapurlarda hatta kapı kapı dolaşarak evlerde gazete satıp bağış topladık. Bülent bu hareketin öncülerinden biri oldu.
Lise yıllarımız bitmişti ama Türkiye için bir şeyler yapma arzumuz azalmamış, daha da artmıştı. 27 Mayıs devrimi bize bu fırsatı verdi. Ülkenin en büyük eksikliklerinden birinin eğitim alanında olduğunu düşündük. Birçok köyümüzde okul yoktu, öğretmen yoktu. Üniversite gençleri bu boşluğu dol­durmak için bir şeyler yapamazlar mıydı? O sırada Bülent İstanbul Hukuk Fa­kültesine girmişti, ben de Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyordum. 27 Mayısı izleyen günlerde İstanbul’da ve Ankara’da bir kampanya başlattık. Tatilimizi okulu olmayan köylerde geçirecek, çocuklara gönüllü olarak okuma yazma öğretecektik. 7000 üniversite öğrencisi bu kampanyaya katılmak için imza verdi. Basın toplantıları düzenleyerek bunu halka duyurduk.
Milli Eğitim Bakanı Mülkiye’den hocamız Prof. Fehmi Yavuz’du. Onu ziyaret ederek bu projemizi anlattık. Devletten hiçbir şey beklemiyorduk. Sa­dece bize okulsuz köyleri bildirmelerini ve bizi o köylere ulaştırmalarını istiyorduk. Fehmi Yavuz bu girişimimizden çok etkilendi, bize her türlü desteği sağlayacağını söyledi. Ama devletin olanakları kısıtlıydı. Bakanlığın alt kade­meleri ile konuştuğumuz zaman devletin bu projeyi desteklemek için hiçbir şey yapamayacağını anladık. 7000 kişilik eğitim seferberliği projesini gerçekleşti­remeyecektik. Ama bu bizi yıldırmadı. Bülent’le ikimiz bu işi sembolik olarak yapabilirdik.
Bülent Tanör’ün evi Beylerbeyi’ndeydi. Orada çalışanlardan okulsuz bir köyün ismini öğrendi. Sıvas’ın Alucra İlçesinin Yukarı Zaapa köyü okulsuzdu. Oraya hiç öğretmen atanmamıştı. O köye gitmeye karar verdik. Milli Eğitim­den ümidi kesince Genelkurmay Başkanlığına başvurduk. Bülent’in babasının arkadaşları bize yardımcı oldu. Sıvas’a kadar kendi olanaklarımızla gidersek bizi bir ciple köye yakın bir yere kadar götürebileceklerdi. Sıvas’a trenle gittik. Orada yerel yöneticiler ve öğretmenler bize çok ilgi gösterdiler. Öğretmen okulunda bir konferans verdik. Eğitim alanında bir seferberlik başlatmanın bütün gençler için bir ödev olduğunu anlatmaya çalıştık.
Daha sonra askeri bir ciple Yeşilırmak kenarına kadar gidebildik. Yol orada bitiyordu. Köye atla gidecektik. Başka çaresi yoktu. Bülent önceden ha­ber göndermişti. Köylüler bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bülent de ben de haya­tımızda hiç ata binmemiştik. Bizim için zor bir macera başlıyordu. At sırtında altı saatlik bir yolculuktan sonra köye vardık. Köy muhtarı Hüseyin Enişte bizi evinde konuk etti. Köylüler kendi olanakları ile küçük bir okul binası yapmış­lardı ama 1946 seçimlerinden önce Demokrat Parti adayları köylülerin yaptık­ları okullarda eğitim verilmeyeceğini söyleyince bu okulun bütün malzemesi sökülmüş ve o tarihten sonra da devlet okul yaptırmadığı için çocuklar eğitim görememişti.
Ertesi sabah bütün çocukları topladık. Yanımızda götürdüğümüz alfabe­lerden yararlanarak onlara okuma yazma öğretmeye başladık. Çok kısa za­manda hepsi okumayı öğrendi. İçlerinde Yunus isimli bir çocuk vardı. Babası hapisteydi. O herkesten önce öğreniyordu. İleri zekalı olduğu belliydi. Ancak, dünyası Yukarı Zaapa’yı çevreleyen dağlarla sınırlıydı. Radyoları yoktu. Tele­vizyon daha Türkiye’ye gelmemişti. Dağların ötesinde ne olduğunu bilmiyordu. Bir gün Bülent’e “Ağabey deniz mi büyüktür İstanbul mu? “ diye sormuştu. Bülent, Yunus’u İstanbul’a götürmeyi, orada okula yerleştirmeyi önerdi. Bu çocuk mutlaka eğitilmeliydi. Ama annesi izin vermedi. Yunus gi­derse davarları, koyunları kim güdecekti? Bülent yıllar sonra Yunus’la Beyler­beyi’nde karşılaştı. Artık İstanbul’u da denizi de görmüştü ama eğitim olanağı bulamamıştı. Beylerbeyi iskelesinde hamallık yapıyordu. Yunus’un öyküsü Bülent’i en çok üzen olaylardan biri oldu.
Yukarı Zaapa’da köylülerle birlikte yol yapımı için düzenlenen imece­lere katıldık. Onların çeşitli sorunlarına yardımcı olmaya çalıştık. Kış aylarında köye gelen bir şeyhin köylüleri hurafelerle kandırdığını ve köyün güzel bir kızını Şebinkarahisar’a kaçırdığını öğrendik. Ayrıca oradaki hastanede görev yapan bir operatörün yaşlı bir köylü kadını, Ünzüle teyzeyi, ameliyat etmekten “kaçındığı” söylendi. Biz köylülere yardım etmek için yola çıkmıştık. Bu so­runların üzerine gitmeliydik. Biz üniversite genciydik. Bütün sorunları çözebi­leceğimize inanıyorduk. Ünzüle teyzeyi bir atın sırtına yerleştirerek Şebinkara­hisar’a götürdük. Hastaneye yatırdık. Gene güçlük çıkartmaya kalktılar. Sağlık Bakanı Ragıp Üner’e bir telgraf çekerek durumu anlattık. Bakan duruma el koydu. Hasta kadın gerekli tedaviyi gördü. Bakan bize de bir kutlama mesajı gönderdi.
Daha sonra Yukarı Zaapa’da marifetlerini duyduğumuz Şeyhin kasaba­nın dışında bir evde yaşadığını öğrendik. Ziyaretçi kılığında onun evine gittik. Şeyh dedikleri ne yazık ki, eski bir öğretmendi. Köylüleri kandırarak geçimini sağlıyordu. Bize üzüm ikram edilmesini istedi. İkramı yapan, köyden kaçırdığı kızdı. Hemen bir fotoğrafını çektik ve Bülent’le birlikte evden hızla uzaklaştık. Bütün bu izlenimlerimizi Öncü Gazetesinde yayınladık. Sonradan öğrendiği­mize göre kız kurtarılmış ve ailesine kavuşmuştu.
Yukarı Zaapa her ikimiz için de büyük bir deney oldu. Ülkenin koşulla­rını, köylünün yaşadığı sıkıntıları yerinde görmüş, bu fakir ama sağduyulu, fedakar halkın içinde yaşamaktan büyük bir mutluluk duymuştuk. Biz köyden ayrılırken Muhtar Hüseyin Enişte büyük kentlere dönünce bu sorunları unuta­cağımızı söylemişti. Ama unutmadık. Bülent’le her buluşmamızda bu anıları yaşattık. İkimizin hayatında da Yukarı Zaapa günleri derin izler bıraktı.
Ondan iki yıl sonra gene Bülent’le birlikte Kars’ın Tuzluca ilçesine git­tik. Kadirli’nin efsanevi Kaymakamı Mehmet Can ağaların baskısıyla Tuz­luca’ya sürülmüştü. Ona destek olmalıydık. Bu defaki gezimize şimdi Profesör olan Cem Eroğul ile şimdi Büyükelçi olan Erdim Tüzel de katıldı. Mehmet Can’ın halkla beraber orada gerçekleştirdiği toplum kalkınması projelerini hay­ranlıkla izledik. 84 köyü olan Tuzluca’nın sadece dört köyüne vasıtayla gidile­biliyordu. Diğer köylerin yolu yoktu. Mehmet Can büyük bir imece seferberliği başlatmıştı. Her köye yol yapılıyordu. Biz de Bülent’le beraber Çiçekli köyüne yerleştik. Orada da imecelere katıldık, halka, çocuklara yardımcı olmaya çalış­tık. Köydeki bilgi birikimi Yukarı Zaapa’yı da aratacak düzeydeydi. Yaşlılar bize “Tahta kimin çıktığını” soruyorlardı. Köyde açlık ve kuraklık vardı. Gene de bize mükemmel bir ev sahipliği yaptılar. Orada da çok şey öğrendik. Daha sonra bütün Doğu ve Güney Doğu Anadolu’yu gezerek İstanbul’a döndük.
Bütün bu geziler sırasında Bülent’le arkadaşlığımız büsbütün kökleşti. Onun yurtseverliğini, halkın sorunlarına ilgisini, ülke için fedakarca çalışmasını yerinde gördüm. Bülent Tanör daha sonraki yıllarda bir bilim adamı olarak çok değerli eserler verdi. Unutulmayacak çalışmalar yaptı, binlerce öğrenci yetiş­tirdi. Defalarca Anadolu’nun en uzak yörelerini ziyaret etti. Halkla ilişkisini hiç kesmedi. Değerli eşi Öget’in desteği ile hem bilime hem de toplum yaşamına büyük katkılarda bulundu. Cesareti, yüksek irade gücü ve insanlık sevgisiyle bütün arkadaşları ve çevresi için esin kaynağı oldu. Bülent Tanör Türkiye’ye unutulmayacak bir zenginlik kattı. Onun gibi bir aydını yetiştirmiş olmak ül­kemiz için daima bir gurur kaynağı olacak.
 
 


 Bülent Tanör’ün arkadaşı, emekli diplomat
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013