İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Erözden Ozan
“Mutlu çingeneler de gördüm”
 
Ozan Erözden
Bülent Tanör ismiyle ilk karşılaşmam Server Tanilli aracılığıyla olmuştu. “Sivil” rejime geçilmiş, ama 12 Eylül’ün koyu karanlığı tüm Türkiye’nin üze­rinde hiç seyrelmemiş halde duruyor. Üniversitedeki ilk öğrencilik yılları... Karanlığı hafifletecek ufacık bir ışık kaynağının el yordamıyla arandığı gün­ler... Server Tanilli’nin “Devlet ve Demokrasi”si yeni baskı yapmış, deniyor. Kitap piyasaya çıkar çıkmaz toplatılmış. Neyse ki, Sahaflar’da bazı tezgah altlarında mevcut. Tanilli önsöz’de, kitabın sonunda “kitabı taçlandıran” bir makalenin yer aldığını söylüyor. Yazarı, Doç. Dr. Bülent Tanör... Server Tanilli, faşistlerin silahlarından çıkan kurşunlar vücuduna saplandığı günden beri idolüm haline gelen bilim insanı... Bülent Tanör çok daha önemli birisi olmalı ki, diyorum kendi kendime, idolüm saydığım kişinin kitabını “taç”landırabiliyor.
Öğrencilik mesleğinde biraz ilerledikçe öğreniyorum ki, sıkıyönetim komutanının emriyle üniversiteden uzaklaştırılmış olmak Tanör’ü kendisinden birşeyler öğrenmek isteyenlerden tamamıyla ayırmamış. Okulda, telefon numa­rası elden ele geçiyor. Fakülte bitmek üzere, ben yüksek lisansla devam niye­tindeyim. Birileri bana yol göstersin istiyorum. Özenle sakladığım kağıt parça­sına yazılı numarayı çeviriyorum, heyecandan ürpererek. Karşımdaki sıcacık ses üpertiyi alıp götürüyor. Evinin kapısı, herkese olduğu gibi bana da açık. Ben anlatıyorum, o dinleyip tavsiyelerde bulunuyor; soruyorum, açık açık, lafı dolaştırmadan yanıtlıyor. Yanından koltuğum verdiği kitaplarla, içim de aka­demik çerçevede başım sıkışınca imdada çağırabileceğim bir “mentor” bulmuş olmanın huzuruyla dolu biçimde ayrılıyorum.
Birkaç yıl sonra Tanör, diğer 1402’likler gibi, Danıştay kararıyla göreve, yani Fakülteye dönüyor. Bu, bizler için doyumsuz derslerin başlaması demek. Doktora derslerinde her sene farklı bir konu, lisans derslerinde her sene gelişen, değişen bir içerik. İlk dersimiz doktorada, “Türkiye’de Kongre İktidarları l918-1920”. Ulusal kurtuluş mücadelesine farklı, tabandan gelen dinamikleri öne çıkaran bir bakış sunuyor bize. Ders sonrası çıkılan yemeklerde ya da arada sırada denk düşen içkili akşam sohbetlerinden birinde Tanör, Ragıp Sarıca’nın kendisine “senin kongreler kitabını okuduktan sonra halkımı sevdim” dediğini anlatıyor keyifle. “İşin doğrusu, halkını pek de sevmezdi rahmetli” diye ekler­ken, yapmış olduğu işten ne kadar gurur duyduğu sesinden açıkça okunmakta. Birkaç yıl sonra, 12 Eylül’den beri adı “Atatürk İlkeleri ve İnkılapları” olarak değiştirilip iyice resmi ideoloji formatına sokulan “Devrim Tarihi” dersini, lisans öğrencileriyle birlikte Tanör’den dinlerken bu sözler aklıma takılıyor. Ragıp Sarıca’ya halkını sevdiren Tanör, tam bir bilim insanı sorumluluğuyla “önderin rölünü öndere, toplumsal dinamiklerin rolünü ise toplumsal dinamik­lere” teslim eden bir içeriğe büründürdüğü o kara kuru dersi herkese sevdirme misyonunu üstlenmiş şimdi de. Bir sene sonra, onunla birlikte aynı dersi ver­mek üzere yanında kürsüye çıktığımda ben de aynı heyecanı duyuyorum. Daha birkaç yıl öncesine dek bu dersi hem işleyen hoca hem de alan öğrenciler açı­sından tam bir ızdırap olarak gören benim gibi birisi için büyük gelişme...
Tanör’den birşeyler öğrenme seansları sadece derslerle ya da fakülte mekanıyla sınırlı değil. Bazı akşamlar evine toplaştığımızda Öget’le paslaşarak, arada da inceden kendisiyle ya da olaylarla dalga geçerek anlattığı anıları din­lemek de hayatıma yeni penceler açıyor. İçlerinde en fazla ilgimi çekenler Yu­goslavya’yla ilgili olanları. Vosvosla oralara çıkılan bir seyahatten yeni dönül­müş, malzeme bol. Ama sadece o son seyahat konuşulmuyor, salt o seyahatte alınan kasetler dinlenmiyor. Belgrad’da ateşe militer olan babasının yanında yaz tatillerini geçiren liseli Tanör’e dek geri gidiyoruz. Kızlı erkekli omuz omuza Zagreb-Belgrad “birlik ve kardeşlik” otoyolunu inşa eden üniversiteli gençlerin yanından babasının makam arabasının içinde geçerken hem etkilen­diğini hem de kendi içinde bulunduğu şatafattan utandığını anlatıyor. Birlik ve kardeşlik yolu hiç inşa edememiş, etmesi de zaten hiç istenmemiş bendenize de aynı utancı hissettirerek.
Yine böyle akşamlardan birinde saat iyice ilerlemiş, Öget’in evde yaptığı meyveli votkalarla cila faslına geçilmişken, Tanör dolabın birinden bir kırkbeşlik bulup çıkarıyor. Pikabın iğnesinin çalışır olup olmadığı şüpheli, yine de çizilmesi riskini göze alarak plağı çalıyoruz. Olivera Markoviç Jovana Jovanke’yi söylemeye başlıyor. “Mutlu çingeneler de gördüm” filminin mü­zikleri. Çok güzel filmdir, diyor Tanör, eğer bir yerlerde denk gelirsen kaçırma, mutlaka git gör! Ben, salt o filmi değil, o mutlu çingenelerin bizzat kendilerini, yaşadıkları o güzel diyarlarda gidip görme ateşinin içimde tutuşmuş olduğunun bilinciyle kafamı sallıyorum.
Onun gösterdiği bu iki yolun günün birinde, bir kavşakta farklı yönlere doğru ayrılacağını nereden bileyim. Nereden bileyim, günün birinde Hırvatis­tan’da yaşamaya devam etmek için üniversiteden istifa etmek ya da Türkiye’ye dönüp askere gitmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağımı. Kararımı istifadan yana alırsam Tanör’ü kıracağımı biliyorum. Bir iki yıl önce, bir gün Öget’e beni gösterip “Devrim tarihi dersi için bir veliaht buldum” dediğinde kafasında benim için çizdiği rolün ne olduğunu anlamıştım. Oysa ben Yugos­lavya’ya ilişkin araştırmalara daha ağırlıklı ilgi duyuyorum. Çaresiz, istifa ede­ceğim. “Üstlenmem gereken ‘misyon’a ihanet ediyorsam, sizin bende uyandır­dığınız bir başka tutku yüzündendir” dersem belki beni anlar ümidiyle, Tanör’le konuşmaya gidiyorum. Özrümü pek ikna edici bulmamakla birlikte, yine de beni bağışladığını söylüyor buruk bir sesle. Onun gibi her türlü baskı­nın karşısında direnme azmiyle dimdik durmuş bir insana, mücadele esnasında mevzi terketme anlamına gelecek bir hareketin haklılığını benimsetmek müm­kün değil tabii.
Tanör mücadeleci karakterini kansere karşı da ortaya koydu. Doktorların kendisine beş ay ömür biçmelerinin ardından beş yıl daha yaşaması başka nasıl açıklanabilir ki? Ama bu mücadelenin günün birinde bir son noktaya gelece­ğini, O da dahil olmak üzere, hepimiz biliyorduk. Ne yalan söyleyeyim, o sü­reçte kendi kendime bir çok kez “o an gelince ne olacak, Tanör’süz ne yapaca­ğız?” diye sordum durdum. Sonuçta 28 Kasım 2002 günü Tanör aramızdan ayrıldı. Ama, benim korktuğum olmadı. Çok kısa bir süre içinde bunun sadece fiziki bir ayrılık olduğunu, O’nun özde bizimle birlikte, aramızda bulunmaya devam ettiğini anlayıverdim. Hayır, bunu hamaset olsun diye, bildik kalıpları tekrarlamak adına değil, somut kanıtlara dayanarak söylüyorum. Bu kanıtlardan yeteri kadar ikna edici olan bir tanesini burada aktarayım: Arada sırada “yahu Cihangirli hep kedi mi sevecek!?” diye hayıflansa da, Beylerbeyi kökenli tam bir Cihangirli olarak Tanör’ün kedileri, kedilerin de Tanör’ü çok sevdiğini her­kes bilir. Kedilere söz hakkı tanımaksızın Tanör’e ilişkin bir anma faaliyeti düzenlemek düşünülemez, düşünülmemeli. Gel gör ki, O’nun için düzenlenen ilk anma toplantısı programında kedi temsilcisine yer verilmemiş. Toplantının hemen başlangıcında, yukarı kata çıkan merdivenlerin salona hakim bir nokta­sına gelip kurulan uzun tüylü sevimli yaratığı görünce ister istemez “bu kediyi buraya acaba O mu gönderdi?” diye soruyorum kendi kendime. Kedi önce bü­yük bir dikkatle konuşmaları dinleyerek yerinde oturuyor. Bir aşamada hare­ketlenip, dinleyici sıralarının arasındaki holden, yüzünde herhangi bir çekinme ya da korku ifadesi olmaksızın, en mağrur haliyle kürsüye doğru “şimdi söz sırası benim” der gibi ilerlemeye başladığında kafamdaki tüm şüpheler silini­yor. Anlıyorum ki, Tanör aramızda. “İşin doğrusu budur”u bizlere göstermeye devam etmekte. Ve, eğer aldığım mesajları doğru anlayabildiysem, bizlerle ilgilenmediği zamanlarda mutlu çingenelerin arasında, köy yollarında bisikletle gezmekte.


Bülent Tanör’ün öğrencisi, Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF öğretim üyesi
devamını oku >>
Fatmagül Berktay
Olağanüstü bir ağabeyi hatırlamak…
 
Fatmagül Berktay
Bülent Tanör, onunla paylaşma talihini yaşadığım yıllar boyunca daima örnek almaya çalıştığım, yaptığım her şeyde onayını aradığım, hayatta en çok güvendiğim insandı. Ağabeyim, aradığım onay ve desteği benden hiç esirge­medi; hele çocukluğumun ve ilk gençliğimin en zor anlarında nasıl olup da hep yanımda olmayı başardığını bugün bile anlamam güç. Ne de olsa, başında ka­vak yelleri esmesi gereken yaşta ve daima “çok mühim” işlerle ilgili delikanlı bir ağabeyden söz ediyoruz! Ama o ağabey başkalarına karşı hep duyarlı ve kendisini dünyanın bütün olumsuzlukları karşısında sorumlu hisseden bir in­sandı. Bu yüzden içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun dertlerini paylaşmak kadar, küçük bir çocuğun başka kimsenin pek farkında olmadığı dertlerine or­tak olmayı da bilirdi.
Daha dokuz yaşındayken Avrupa gezisine çıkabilmeyi ona borçluyum. Anne ve babamız bu geziye dört kardeşten iki büyüğü götürüp, iki küçüğü evde bırakmaya karar vermişlerdi; oysa ben küçük kardeşimden yedi yaş büyüktüm ve kendimi çok haksızlığa uğramış hissettiğim halde kimseye bir şey söyleyemiyordum. Nasıl anladı bilmiyorum ama Bülent ağabeyim, “Fatmagül’ü götürmezseniz, ben de gelmiyorum” deyince geziye gideceğim için sevinmenin çok ötesinde, inanılmaz bir güven duygusu gelmişti içime. Bu güven duygusunun, ataerkil bir toplumun zorluklarıyla baş etmek zorunda olan bir kadın için ne kadar önemli olduğunu ileride daha iyi anlayacaktım.
Giderek kendine güvenen ve özerk bir insan olmamda Bülent Tanör’ün gerçekten önemli bir payı var ve ağabeyimin bu konuda bilinçli bir çaba harca­dığını düşünüyorum. Biz Ankara’da o ise İstanbul’da Hukuk Fakültesi’nde okurken ve kim bilir ne kadar farklı işlerle meşgulken hiç üşenmeyip bana okuma listeleri yollamasının (bu listelerin içeriğine baktığınızda yeni yetiş­mekte olan bir kız çocuğu için özellikle hazırlanmış olduğunu görmek güç de­ğildir: Graziella, Knut Hamsun’un Victoria’sı, George Simenon’un Yedi Kız­lar’ı vb.), tatillerde eve geldiğinde okuduklarımdan neler çıkarsadığımı anlat­tırmasının, zamanı daima kısıtlı olduğu halde birlikte vakit geçirmek için fır­satlar yaratmasının başka nasıl bir anlamı olabilir? Yıllar içinde benim için Sait Faik’ten William Saroyan’a, Panait İstrati’ye, John Steinbeck ve Hemingway’e uzanan bir kütüphane oluşturmasının bilinçli bir hümanist eğitime yönelik ol­duğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Ağabeyimle ilgili çocukluk anılarım hep kitaplar ve ciddi şeylerden iba­ret değil. Belgrad sokaklarında o zamanki kız arkadaşı Raina ile elele yürü­dükleri sırada, küçük ağabeyim Reha ile onları beş-on adım geriden kıkırdaşarak izlerken yakalanışımızdan; 27 Mayıs darbesinden sonraki gün­lerde evde bet bir sesle avaz avaz Harbiye marşı söylemeyeyim diye bana harçlık teklif edişine (“Fatmagülcüğüm, sen şarkı söyleme, dans et, sana 2.5 lira vereyim!”) ve o sırada 3-4 yaşlarında olan, çok sevdiği küçük kardeşimiz Ali’nin poposuna mandal takışına kadar, hatırladıkça güldüğüm ne çok anı var… 27 mayıs deyince, darbe gecesi babamız Em. Kur. Albay Cahit Tanör’le birlikte olaya dahil olmak üzere evden çıkarlarken annemin, “Bülent evladım, bari sen gitme” diye üstelerken kalbimin nasıl sıkıştığını, İstanbul’daki 28 Ni­san gösterileri sırasında tutuklandığı için ondan haber alamadığımızda ne kadar korktuğumu, ama nedenini tam anlamasam da aynı zamanda nasıl gururlandı­ğımı, aynı yaz Zap suyu üzerinde köprü yapılması için köylülere destek vermek üzere arkadaşı Onur Öymen’le birlikte sırtlarında çantalarla pür heyecan yola çıkışlarını… unutabilir miyim?
Ben ortaokul ve lise çağlarına geldiğimde, ağabeyimin bana tavsiye ve hediye ettiği kitapların niteliğinin değişmiş olduğunu, ama aynı derecede dik­katle seçildiklerini gene çok sonraları fark ettim. Hala zaman zaman yararlan­dığım ve o sıralar (1960’ların sonu) henüz yeni yayınlanmış birçok kitabı o bana hediye ettiği için okudum; bunlar arasında J.A. Schumpeter’in Capitalism, Socialism and Democracy, Tom Bottomore’un Elites and Society, David Thomson’un Political Ideas gibi yapıtları da var. Bunları ve zaman zaman beni götürdüğü toplantıları, konferansları yeniden düşündüğümde, o sırada durup dururken tutturduğum bir şeymiş görünen “eğer Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giremezsem üniversite okumam” gibi atıp tutmalarımın da habersiz müsebbibi­nin kim olduğunu daha iyi anlıyorum.
Bülent ağabeyimle siyasal görüşlerden yaşam tarzı tercihlerine kadar pek çok şey paylaştık, yıllar içinde ilişkimiz doğal olarak arkadaşlığa dönüştü. Onunla meslektaş olabilmek, benim için görünürdeki anlamının çok ötesinde bir mutluluktu. O nedenle, “Sosyal Bilimlerde ve Kamu Hukuku’nda Cinsiyet­çilik” adlı bir doktora dersi açmak istediğini ve bunu birlikte yürütmemizi dü­şündüğünü söyleyince ne kadar onur duyduğumu tarif edemem. Aynı zamanda, bir akademisyen olarak yeni fikirlere açıklığına, zihninin sorgulayıcı ve eleşti­rel niteliğine duyduğum hayranlığı da… Bu ders İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir ilkti; uzun bir süre de öyle kalacağını tahmin etmek güç değil.
Bülent Tanör, onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği gibi ilkeli ve ilkeleri­nin ardında sonuna kadar duran bir insandı; ama bu niteliği, başkalarından öğ­renmeye açık olmasına, kendisini sorgulamasına ve yeni bakış açılarıyla karşı­laştığında görüşlerini ve yaklaşımını gözden geçirmesine engel değildi. Bir keresinde, eleştiri dozunu iyice kaçırdığım bir kişisel sohbet sırasında, tam ben acaba haddimi aşıp onu kırdım mı diye içimden geçirirken, düşünceli bir ifa­deyle “insanın akıllı ve açık sözlü bir kardeşinin olması ne iyi, insana ayna tutuyor” deyişini hiç unutmuyorum. Bir de, hastahanedeki son zamanlarında, Zapatistlerin önderi Marcos’un konuşmasını ona okuduğumda yüzünde beliren mutluluk ifadesini…Ertesi hafta için bana Zapatist hareket hakkında bir bilgi notu ısmarladı. Dersimi çalışıp ağabeyime anlattığım notları bir makaleye dö­nüştürmek bir gün mutlaka yerine getireceğim bir entelektüel borç.
Dünyaya, insanlara ve bilgiye yönelik içten merakı ve “şaşırma” duygu­sunu hiç yitirmemesinin kazandırdığı zihinsel gençliği, başkalarından öğrenme­sini ve onlarla dayanışma içine girebilmesini sağlayan alçakgönüllülüğü ve diğergamlığı, ilkelerini savunma cesaretini insan sıcaklığıyla birleştirmesi, Bülent Tanör’ü gerçek bir aydın ve demokrat yapıyordu. “Aydın ve demokrat” olmanın bir klişenin ötesine geçerek hayat bulabilmesi, bütün bir ömür bo­yunca bu niteliklere sahip olabilmeyi, hem kendinden böylesine emin ve ödün­süz davranırken hem de sürekli yeni fikirlerin, deneyimlerin peşinde koşabil­meyi, militanlıkla yumuşaklığı, hayata ve insanlara karşı sorumluluk ile hayatı dolu dolu yaşamayı birleştirebilmeyi gerektiriyor. Herkesin harcı olmayan bu “zor zenaat”i Bülent Tanör olanca alçakgönüllülüğü, zekası, muzipliği ve zerafetiyle başardı. Çünkü, Hannah Arendt’in olağanüstü nitelemesini kullana­cak olursam, Bülent ağabeyim gerçekten “anlayan bir yüreğe” sahipti. Bir insa­nın bu dünyaya verebileceği en güzel armağan, böyle bir yüreğe sahip olmak ve onun ürünlerini hiç esirgemeden başkalarıyla paylaşabilmek olsa gerek. Hem tek tek hayatlarımız, hem de bir bütün olarak dünyamız böyle armağanlar sayesinde daha güzel ve yaşanabilir oluyor.


Bülent Tanör’ün kardeşi, öğretim üyesi.
devamını oku >>
Georgeon François
Bülent için
 
François Georgeon
1992 yılının Mayıs ayında, Strasbourg’da verdiği bir konferans dönü­şünde Bülent Paris’te bir kaç günlüğüne duraklamış. Fransız başkentinin bir aşığı olarak oradaki arkadaşlarında kalacak, ama hafta sonunu da Paris’in ban­liyölerinden birisindeki evimde geçirecek. Bülent’le aramızdaki yakın arka­daşlığın başlangıcı on beş yıl kadar önceye gitmekte. 70’li yılların sonunda İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde (Institut Français d’Etudes Anatoliennes) görevliyken Cihangir semtinde, Bülent’in oturduğu Deniz Apartmanına on yirmi metre mesafede kalıyordum. Osmanlı İmparator­luğu ve Türkiye tarihi üzerine araştırma yaptığımı öğrenen Bülent, benimle görüşmeye gelmişti. Önce salt mesleki konularla sınırlı başlayıp, ardından daha kişisel noktalara kayan bu ilk sohbetimizi, yakın bir arkadaşlığın bu ilk başlan­gıç noktasını gayet iyi hatırlıyorum. 1979’da benim İstanbul’daki ikametim sona erip Paris’e dönmemden sonra da sık sık görüştük. İstanbul’a her geli­şimde Bülent ve eşi Öget beni mükemmel bir konukseverlikle ağırlardı. 1980’lerin başında üniversiteden ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra Bülent uzun süre Paris’te kaldı. O’nunla birlikte yolculuklara da çıkardık. 1984 ilkba­harında Paris’ten arabayla Türkiye’ye doğru hareket ettik. İtalya’yı geçip Adri­yatik denizini feribotla aşıp Yunanistan’a vardık. Bülent’in o görkemli “Gök­taşları Sitesi”ni gördüğünde duymuş olduğu hayranlığı hala hatırlarım.
1992 Mayıs ayında birlikte geçirdiğimiz hafta sonunda Bülent bana aka­demik faaliyetlerim hakkında ayrıntılı sorular sordu. O tarihte, bir yandan Os­manlı İmparatorluğu ve Türkiye tarihi hakkında araştırmalarımı sürdürürken, bir yandan da Doğu Dilleri ve Kültürleri Ulusal Enstitüsü’nde (l’Institut National des Langues et Civilisations Orientales) “uygarlık tarihi” dersleri vermekteydim. Bu çerçevede XVIII ve XIX. yüzyıl Osmanlı tarihi ve XX. yüz­yıl Çağdaş Türkiyesi üzerine iki ayrı ders üstlenmiştim. O hafta sonunu izleyen Pazartesi günü ise derste 1876 Kanun-u Esasisini işleyecektim. O günü Paris’te geçirecek olan Bülent bana, dersime yetişip katılmaya gayret edeceğini söy­ledi. Çok mutlu olmuştum, ama Paris’i gezmek için çok az zamani kalmış olduğunu bildiğimden fazla da ısrar edemiyordum.
Ancak, ertesi gün ders saatinde Bülent oradaydı. Kendisini öğrencilere takdim ederken, gerek benim gerekse onların böylesi bir fırsatı yakalayabildi­ğimiz için çok şanslı olduğumuzu belirtmeden geçemedim. İstanbul Üniversi­tesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olarak, Türk anayasa hukukunun önde ge­len uzmanlarından birisi bizimle birlikteydi. Öğrencilerin biraz şaşırmış ol­duklarını hissedebiliyordum. Onlar, “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi” ünvanını duyduklarında muhtemelen, kelli felli bir “hoca”yla ders yapacaklarını düşünmüşlerdi. Oysa, karşılarında sade, üstünlük taslama sevdası gütmeyen, hiyerarşik duruşu hiç sevmeyen birisi vardı.
Sınıf, Türkiye meraklısı genç lise mezunlarından emeklilik günlerini de­ğişik konularda eğitim yaparak geçirme sevdasındaki yaşlılara, sırt çantasıyla çıktığı yolculuklarından birinde Türkiye’yi keşfetmiş maceracılardan ebe­veynlerinin kültürlerini öğrenme niyetindeki ikinci kuşak göçmen işçi çocukla­rına dek değişen bir yelpazeye dağılmış yirmi - yirmi beş öğrenciden oluşmak­taydı. Böylesi değişik kökenlerden gelme öğrencilerle ders yapmak geçekten çok keyifliydi.
Dersi Bülent’le birlikte işleyecektik. Ben, bir önceki dersle -Jön Türkler ve Namık Kemal-bağlantıyı kuran bir giriş yaptım. Hızlı bir biçimde Ana­yasa’nın ilan edilmesine etki eden koşulları özetledim: Tanzimat’tan beri sür­mekte olan kurumsal yenileşmeler, düşünsel gelişmeler, Mithat Paşa’nın oyna­dığı kişisel rolün önemi, v.b. Son olarak da, 1975-76 yıllarının kriz ortamını açıkladım: Devlet bütçesinin iflası, Balkanlardaki ayaklanmalar, Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, Hüseyin Avni Paşa süikastı, Sultan V. Murat’ın yetersizliği ve bunun sonucunda Abdülhamid’in tahta çıkması, Balkanlardaki savaşlar ve Tersane konferansının toplanmasıyla sonuçlanacak Avrupa devletlerinin bas­kılarında somutlaşan siyasi istikrarsızlıklar.
Benden sonra sözü Bülent aldı. Hiç bir nota, belgeye ihtiyaç duymaksı­zın, irticalen konuşuyordu. O yıl içinde, daha sonraları büyük yankılar yapacak Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980) başlıklı eserinin ilk baskısını yayınlamıştı ve konuya son derece hakim olduğu her halinden belliydi. Bülent öncelikle, Kanun-u Esasi’nin esin kaynakları için, genel kabul edilen görüşün aksine, Batı Avrupa örneklerine dek gitmenin gerekli olmadığını vurguladı. Sırbistan, Yunanistan ve Romanya’nın Osmanlı egemenliği altında buluınan bölgelerinde zaten yeşeren bir anayasacılık hareketi mevcuttu. Aynı şekilde, 1860’lı yıllarda Osmanlı’daki gayrimüslim cemaatlerin statülerini düzenleyen “nizamnameler”in hazırlanması çerçevesinde başka tür bir “anayasacılık” faa­liyeti de mevcut bulunmaktaydı. Ardından, tarihçilerin ve hukukçuların 1876 Anayasası üzerine ileri sürdükleri değişik görüşleri özetledi: Bazılarına göre Kanun-u Esasi, Halife Sultan’ın yetkilerinde Meclis lehinde herhangi bir ek­siltmeye gitmemek suretiyle, Osmanlı hanedanının mutlak iktidarını bir kez daha vurgulamak dışında başka bir işlev görmemişti. Diğer bazıları ise, tüm eksikliklerine rağmen bu anayasayı demokratikleşme ve laikleşme sürecinde önemli bir merhale olarak görmekteydi. Ortada gerçek anlamıyla bir anayasa­nın mevcut olduğu söylenebilir miydi? Bülent 1876 metninin ana hatlarını özetledi. Kanun-u Esasi’nin gerek şekil gerekse içerik bakımından 1839 Tan­zimat Fermanı’ndan ve 1856 Islahat Fermanı’ndan ne kadar farklı olduğunu anlattı. Ardından da, anayasada devlet erkleri arasındaki ilişkilerin ve temel hakların nasıl düzenlendiğini aktardı. Bülent’e göre, Kanun-u Esasi’nin gerçek anlamda bir anayasal düzen kurduğu söylenemezdi. Ancak, bu belgeyle mutlakiyetçiliğin sonunun gelmiş olduğunu ve, kendi deyimiyle, yarı-anayasal bir sürecin başlamış olduğunu vurguladı. Bunların ardından, çok özet bir bi­çimde Kanun-u Esasi’nin uygulamada kaldığı dönemdeki siyasi olayları, 1877 seçimlerini, Parlamento’nun işleyişini –mebusların gerçek anlamda bir demok­rasi dersi verdiklerinin altını çizerek- ve anayasanın askıya alınışını anlattı. Son olarak, Kanun-u Esasi’nin önemini anlayabilmek ve bu belge hakkında nesnel bir yargıya varabilmek için, Batılı ülkelerdeki örneklerle değil, ancak 1905’de bir anayasaya kavuşacak olan Rusya gibi örneklerle karşılaştırılması gerektiğini söyledi.
Bu ilginç sunuştan son derece etkilenen öğrencilerin sordukları sorular ve açtıkları tartışmalar dersin öngörülen saatin bir hayli dışına taşmasına yol açtı.
Bu anekdot aslında Bülent’in bütün yönlerini ortaya koymakta. Her şey­den önce, onu her zaman ayakta tutan son derece gelişmiş sorumluluk bilincini vurgulamak isterim. Bülent o derse katılmak istemişti çünkü bu “kendi” konu­suydu. Eğer ders Osmanlı maliyesi üzerine olsaydı, orada olacağını hiç sanmıyorum. Bülent, kelimenin en soylu anlamında tam bir “profesyonel”di. Önde gelen bir anayasa uzmanı olarak, öğrenciler için çığır açan ders kitapları kaleme almıştı. Konusuna tam hakim olduğunu, sayısız öğrenci kuşağına bi­limsel gerçekleri tam bir netlikle açıklayan kitaplar yazarak ortaya koymuştu. Öte yandan, hak ve özgürlüklerin zayıflatılmasına karşı çıkarken, salt yürekten inandığı genel ilkeler adına değil aynı zamanda “anayasa” adına da tepkisini dile getiriyordu. Böylelikle, hak ve özgürlükleri anayasa adına çiğneyenlerin çelişkilerini ortaya çıkararak, onları bir bakıma kendi silahlarıyla vuruyordu.
Bu anekdot aynı zamanda Bülent’in ne ölçüde yeniliklere, öğrenmeye açık bir zihne sahip olduğunu da gösteriyor. O, Fransa’da Türkiye tarihi konu­sunda ne gibi çalışmalar yapıldığını öğrenmek, INALCO’daki müfredatı izle­yen genç ve daha az genç öğrencilerin profilini görmek istiyordu. Motivas­yonları neydi? Onları Türkiye tarihi ve dili üzerine öğrenim yapmaya yönelten sebep ne olabilirdi? Edinecekleri diploma ilerde hangi işe yarayacaktı?
Son olarak, bu anekdot Bülent’in sahip olduğu o engin arkadaşlık duy­gusunu ve cömertliğini de göstermekte. O sırada en sevdiği şehirlerden birinde, Paris’de tatildeydi. Hayran olduğu o sergileri gezmek ya da görme fırsatı bu­lamadığı arkadaşlarıyla buluşmak yerine, o uzak banliyödeki derse katılmayı tercih etmişti. Bana karşı beslediği arkadaşlık onu meslek hayatımın bir parça­sını paylaşmaya yöneltmişti. O engin bilgisini paylaşma cömertliğini göster­mekteydi böylelikle. O bildiklerini aktarırken, kendisinde doğal bir biçimde beliren pedagojik özelliklerini kullanmaktaydı. O gün öğrencilerime, mükem­mel bir Fransızca’yla irticalen hitap ederken Bülent’in tüm bu özelliklerini sezinleyebiliyordum. Karşımda sadece ciltler dolusu bilimsel eserin yaratıcısı olarak değil, engin bilgisi ve bunları sözel olarak da aktarma yeteneğiyle de Bülent durmaktaydı.
Bülent’in varlığıyla daha da aydınlık hale gelen o Pazartesi günü dersini hiç unutamayacağım.


Bülent Tanör’ün arkadaşı, Fransa CNRS üyesi
devamını oku >>
Gürsoy Gencay

Bülent’i anımsamak…
 
Gençay Gürsoy
Onu kaybetmemizin üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Hala, arada bir Cihangir Yokuşu’ndan inerken bir an “evde midir acaba” diye aklımdan geçi­yor. Sağa, Kumrulu’ya dönüyorum. Öget’in kırmızı arabası kapıda duruyor. Demek evdeler. Üstten üçüncü zile, kısa aralıklarla iki kez basıyorum. Bu as­lında Bülent’in sinyali ama ben de kullanıyorum. Otomatiğin sert sesi ile dış kapı açılıyor…
Böyle olmuyor kuşkusuz. Kös kös evimin yolunu tutarken her seferinde “yokoluş”un o anlamsız ve kaba gerçekliğini boşuna kavramaya çalışıyor, yor­gun düşüyorum.
Onun anısına hazırlanmakta olan kitap için bu yazıyı yazarken de aynı gerçekliğe takılıp kalıyorum. Sonra çaresiz “anımsama”nın bir tür “varoluş” biçimi olduğu tesellisine sığınmaya karar veriyorum:
Bülent’le 1960’lı yılların başında (?) Fındıkzade’de, yanlış anımsamıyorsam Antep’li öğrencilerin evinde yapılan bir gece toplantısında karşılaşmıştık. 27 Mayısı hazırlayan öğrenci hareketleri içinde adını duyardım ama hiç yüz yüze gelmemiştik. O gece bize Türkeş’in bir ses bandını dinletti­ler. Ülkücü hareketin tohumlarının atıldığı günlerdi. Ben öğrenci hareketleri içindeki küçük bir solcu grubun arasındaydım. TKP’nin Mihri Belli kanadından eski tüfeklerle ilişkimiz vardı. 1962’de hep birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) girmiştik. Bülent’in o sıralarda belirli bir siyasi aidiyeti var mıydı? Anımsamıyorum ama solcu olarak biliniyordu. Gecenin geç bir saatinde bir­likte çıktık ve Aksaray’a kadar yürüdük. O günlerin sol jargonundan farklı bir dili ve entelektüel muhtevası olduğu hemen anlaşılıyordu. Ben çok kolay arka­daşlık kuramam, o benden de mesafeliydi. Bu yüzden o kısa yürüyüş sadece solcu iki genç olarak tanışmamızı ve biraz birbirimizi tartmamızı sağladı.
1963’de ben İstanbul Tıp Fakültesini, Bülent İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdik. Hemen ertesi yıl Bülent İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsü­sünde asistanlığa başladı. Ben önce Bitlis’te “mecburi hizmet”, arkasından askerlik yaptım ve 1966’da İstanbul Tıp Fakültesinde Nöroloji Kürsüsüne asistan olarak girdim. 1961 Anayasası ile başlayan demokratikleşme süreci sendikal hareketlere büyük bir canlılık getirmişti. İlk memur sendikaları faali­yete geçmiş; Türkiye öğretmenler sendikası (TÖS) hızla örgütlenmişti. Bu arada Üniversite Asistanları Sendikası’nın (ÜNAS) kuruluş çalışmalarında ve TÖS’ün kapalı salon toplantılarında karşılaşırdık. Daha asistanlığının ilk yılla­rından itibaren o dönemin en canlı tartışma konuları olan demokrasi, siyasal haklar, düşünce özgürlüğü üstüne yazdığı gazete makaleleri ve çevirileri ile adını duyurmuştu. Ama beni en çok etkileyen onun konuşmalarıydı. İyi ko­nuşmanın bugünkünden çok daha önemli olduğu günlerdi. Türkiye İşçi Partisi ile solun ilk kez legal siyaset yapmaya ve meydanlarda halkla karşı karşıya gelmeye başladığı bu dönemdi, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve o yılların Çelin Altan’ı ile, siyasi konuşmaların en başarılı örneklerini dinlemeye alış­mıştık. Ama o konuşmalarda içerik zenginliği yanında daha çok çoşku ve ajitasyon ön plana çıkardı. Bülent’in konuşmaları ise sadelik, tutarlılık ve dü­rüstlükle etkili olurdu. Savunduğu tezin karşısında yer alan görüşlerin haklı yanlarını çekinmeden ortaya koyardı.
1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekili ile meclise girmiş, sosyalizm, sınıf mücadelesi, emperyalizm, faşizm gibi kavramlar yarı gizli toplantılardan mey­danlara, meclis kürsüsüne ve günlük siyasete taşınmıştı. Toplumun her kesi­minde, siyaset yaşamın bir parçası haline gelmişti. Özellikle sol okur-yazarların buluştuğu yemekli, içkili ev toplantılarında sabahlara kadar siyaset konuşu­lurdu. Dostlukların, arkadaşlıkların, aşkların, evliliklerin temeli bu ortamlarda atılır, bu ortamlarda yıkılırdı. Ve kuşkusuz bu ortamlarda kadınlar azınlıktaydı. Solcu kadınlar tarihlerinin en itibarlı dönemlerini yaşıyorlardı. Bülent’in solcu bir lise öğretmeniyle nişanlandığını ve sonra da evlendiğini duydum. Kısa bir süre sonra ben de evlendim. Başka çevrelere takıldığımız için ailece görüşmezdik.
Avrupa’dan, yükselen gençlik hareketlerinin ayak sesleri gelmeye baş­lamıştı. Bizde ise öğrenci hareketleri yeni yeni başveriyordu. Üniversite re­formu, ilk boykotlar ve ilk işgaller’in arkasından “Kahrolsun ABD emperya­lizmi”, “Kır gerillası”, “Şehir gerillası” Guavera, Mao, Ho-Shi Minh, Enver Hoca derken, 1968 bütün haşmetiyle sökün etti. Bülent’in ve benim ait oldu­ğumuz kuşak 1968 gençlerinin ağabeyleri sayılırdık. Belki siyasi tecrübemiz ve teorik birikimimiz daha fazlaydı. Ama hiç tereddüt etmeden itiraf etmeliyiz ki, biz onları değil onlar bizi etkilediler. Bir iki yıl içinde herkesin kendi meşre­bine göre kavramaya çalıştığı, başı sonu belirsiz bir devrim alaborası içine hep birlikte sürüklendik. Eylem coşkusu, soğukkanlı, gerçekçi, sabırlı siyasi proje­ler üretmeye olanak vermiyordu. “Nereye gidiyoruz” “ne yapıyoruz” gibi so­rular anında pasifizm damgasını yiyordu. Benim de üyesi olduğum TİP, bir taraftan 15 milletvekili ile ses getiren bir parlamenter mücadele vermeye çalışı­yor, Mecliste dayak yiyor, bir taraftan da parti içi sol muhalefeti sindirmeye çalışıyordu. 1966’da Malatya Kongresinde ipler kopacak, muhalefet parti yö­netimini “antikomünizm” ve küçük burjuva legalizmine kapılmakla, yönetim de muhalefeti temsil eden eski tüfekleri “sol maceracılık”la suçlayacaktı. Sos­yalistler arasındaki ideolojik kavgalar yavaş yavaş çığırından çıkıyordu. Mili­tan gençlik, Türkiye’nin devrim aşamasına geldiğine çoktan karar vermişti de (devrimci durum!) sıra “Milli Demokratik Devrim”mi, “Sosyalist Devrim”mi sorununa gelmişti. Bu arada yanılmıyorsam 1966’da Muzaffer Erdost’un sol yayınları Marksizm klasiklerini birer birer çevirip yayımlamaya, YÖN dergi­sini izleyerek, Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çıkmaya başlamıştı. Türk Solu’nda Dr. Hikmek Kıvılcımlı’dan, Mihri Belli ve Şevki Akşit’e kadar Eski Tüfekler, Deniz Gezmiş ve bazı Dev-Genç önderleri yanında Suphi Karaman ve İlhan Selçuk da yazı yazardı. Aydınlık ise daha çok “teori” dergisi olarak kurgulanmıştı ve yazı kurulunda Mihri Belli, Muzaffer Erdert, Ahmet Say ve Vahap Erdoğdu yanında, Doğu Perinçek ve arkadaşları da vardı. Bir süre sonra (1967) TİP çevresi de ANT dergisini yayınlamaya başladı. Doğan Özgüden, Fethi Naci ve Yaşar Kemal tarafından kurulan ANT yayınları hem belgesel nitelikli siyasal yayınlar yapıyor hem de dergiyi çıkarıyordu. Beklenildiği gibi kısa sürede her iki kanatta da iç çekişmeler başladı. Kısa süre sonra, Mihri Belli’nin ifadesiyle “yabancı okul çıkışlı”, dil bilen “varlıklı aile çocukları ara­sında moda olan Maocu tezler” nedeniyle, Doğu Perinçek ve arkadaşları Türk Solu ve Aydınlık’dan koptular. Ayrılışta, Vecdi- Sevinç Özgüner ve Halim Spatar gibi bazı eski tüfekler de Perinçek ve arkadaşları ile beraber gittiler ve Proleter Devrimci Aydınlık (Beyaz Aydınlık) adıyla yeni bir dergi çıkarmaya başladılar.
Bu ayrıntıları Sevgili Bülent’in yaşamındaki önemli bir parantezin içini dolduran birkaç yıllık aktif siyaset serüveninin bende kalan anılarını paylaşmak için yazıyorum. Bu dönemde, birbirinden çok farklı iki siyaset çizgisini izler­ken, aramızdaki dostluğun hiç yara almadığını, sonraları onun adına duyduğum derin endişelerle geçen birkaç yılın muhasebesini birlikte yaparken Bülent’teki eşsiz siyasi mizah yeteneğini de keşfettiğimi belirtmek isterim.
Aydınlık Sosyalist Dergi’nin parçalanması sırasında Doğu Perinçek ve arkadaşları ile Mihni Belli’nin çevresinde kalan Dev- Genç’li gençler arasın­daki siyaset yapma tarzına dair üslüp farkını iyi anlayabilmek için “Mihri Belli’nin Anıları”nda, Sevinç Özgüner’den naklen verilen alıntıyı okumak ge­rekiyor: “Bildiğin gibi gazete kolay çıkmıyor. Külfeti çok. Haftada bir gece sabahlara kadar çalışmak gerekiyor. O çalışmalarda senin Deniz Gezmiş’lerin en ufak bir katkısı yok. Bütün yükü çeken ötekiler (Perinçek grubu). Sonunda gazete bin zahmetle çıkıyor. Matbaadan getirilip kocaman desteler halinde bizim odaya, kapının yanına konuyor. Bildiğin gibi karşıdaki oda Dev-Genç’in İstanbul merkezi. Oradan biri geliyor. Elini uzatıp gazeteden bir tek sayı alıyor. Biz gelenin yüzünü bile göremiyoruz. Sadece uzanan eli görüyoruz. O tek sayı içeriye götürülüyor ve orada sadece senin yazın okunuyor. Yazı kurulu olarak üzerinde o kadar tartıştığımız öteki yazılara bir göz atan bile yok. Ardından cümbür cemaat çıkıyorlar ve kim bilir nereye eyleme gidiyorlar. Seninkiler iste böyle”. (Mihri Belli’nin Anıları II. Doğan Kitap 1990 İst. S.105).
1968’de Varşova Paktı birliklerinin Prag’a girdiği günlerde TİP’de de, daha sonra büyük fırtınalara dönüşecek ilk tartışmalar başlamıştı. Prag işgali geleneksel sol çevrelerde, Amerikan Emperyalizminin Sovyet blokunu parça­lamak üzere giriştiği yıkıcı eylemlere biraz abartılı bir cevap olarak değerlendi­riliyor, dışa karşı “kol kırılır yen içinde kalır” tavrı benimseniyordu. Mehmet Ali Aybar, işgale hiçbir tereddüde yer bırakmayacak netlikte karşı çıkıyor ve bunu kamuoyuna açıklıyordu. 1969’da bu çıkış parti yönetiminde bölünmelerle ve Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlıktan ayrılmasıyla sonuçlanacaktı.
Proleter Devrimci Aydınlık kısa zamanda özellikle akademik çevreler­den gelen genç aydınlar için bir çekim merkezi olmaya başlamış ve Perinçek, Fikir Klüpleri Federasyonu Başkanlığına seçilmişti. Yanlış anımsamıyorsam o sıralarda Bülent’in Aydınlık’ta arada bir yazıları çıkardı.
1968’in ortalarında, asistanlık yaptığım Çapa Nöroloji Kürsüsünde gö­rüntüleme ile ilgili teknikleri (Nöroradyoloji) öğrenmek üzere yurtdışına gön­derilmeme karar verilmişti. O dönemde bu konuda en gelişmiş merkezler İs­kandinav ülkelerindeydi. Norveç’den bir burs olanağı çıkınca gitmek üzere hazırlanmaya başladım. 1968’in en hareketli günlerinde Türkiye’den ayrılmayı içime sindiremiyordum ama mesleki kariyerim için bu önemli bir olanaktı. Öte yandan 1968 Avrupa’sını, özellikle Paris’i görme fırsatı da azımsanmayacak çekicilikteydi.
Sanırım Mayıs sonuydu, hocam Prof. Dr. Edip Aktin’in arabasıyla yola çıktık. Edip hoca İngiltere’ye, ben Norveç’e gidecektik. İlk kez yurtdışına çık­manın heyecanına, bir de yol boyunca geçeceğimiz Bulgaristan ve Yugos­lavya’yı görme heyecanı ekleniyordu. Uygulamaya ilişkin kafa karıştıran türlü olumsuzluklara karşın, iki sosyalist ülkeyi boylu boyunca katetmek benim için gerçekten heyecan vericiydi. Üstelik çok acelemiz olmadığı için, iki ülkede de en az birer gece kalacaktık. İlk şoku, Bulgaristan’dan geçerken Türk plakasını gören Batı Trakyalı “soydaş” (!) yol işçilerinin, arabanın etrafını sarıp durumla­rından yakınmalarına tanık olurken yaşadım. Bu seyahat sırasında Bulgaristan ve Yugoslavya’da karşılaştığımız olumsuzlukları açıklamaya çalışırken göster­diğim hazin çabayı ve Edip hocanın ince ironilerle süslü yanıtlarını hiç unuta­mayacağım.
Yurtdışında kaldığım 2 yıla yakın süre içinde gençlik hareketlerinin dolu dizgin yaşandığı Avrupa metropollerini, işgal altındaki Prag’ı, aşılmaz (!) du­varın ikiye böldüğü Berlin’i gördüm. Oslo’da ABD Büyükelçiliği önünde, Vi­etnam savaşına karşı yapılan protesto gösterisinde, öğrencilerle birlikte “Kah­rolsun ABD Emperyalizmi”, “Norveç Nato’dan Çıksın”, “Yaşasın Ho Shi Minh!” diye slogan atan resmi giysili Norveç’li askerleri ve subayları şaşkın­lıkla izledim. Atlı polislerin göstericileri dağıtmak için coplarını vuracakmış gibi kaldırıp vurmadıklarına tanık oldum. Çevrecilerle, Feministlerle, Troçkistlerle, Anarşistlerle, Avrupa komünistleriyle tanıştım, fakat aklım Tür­kiye’deydi. Mektuplaşabildiğim arkadaşlardan, ulaşabildiğim gazete ve dergi­lerden olayları iyi kötü izleyebiliyordum ama yakın çevremdeki arkadaşlarla tartışma olanağı bulamamanın eksikliğini çekiyordum. 1969’un sonunda dön­düm. Avrupa’da, bütün tantanasına karşın gençlik hareketlerinin ciddi bir dü­zen değişikliğine yol açmayacağı belli olmuştu. Ama Türkiye ve benzeri ülke­lerde hala bir şeyler olabilirdi…
15 – 16 Haziran olayları (1970) bir yandan işçi sınıfının mücadele az­mini kanıtlayarak bütün devrimci hareketleri cesaretlendiriyor, bir yanda da devletin bu tür eylemleri bastırma ve sindirme konusundaki kararlılığını göste­riyordu. Her siyasi grup 15 – 16 Haziran’ı kendine göre yorumladı ama genel olarak radikal hareketler güç kazandı. Bu rüzgâr sonuçta hepimizin ayaklarını yerden biraz kesmişti.
Yükselen işçi sınıfı hareketine karşın seçim sisteminin değiştirilmesi TİP’in parlamenter mücadele stratejisini fiilen çökertmiş, daha radikal devrimci arayışlara zemin hazırlamıştı. Gençlik kesimindeki ideolojik önderlik hemen tümüyle radikal grupların eline geçmişti.   
Bülent’in aktif siyasete yönelmesi işte bu psikolojik atmosfer içinde oldu ve haliyle o günlerde genç akademisyenlerin en çok itibar ettiği Mao’culara katıldı. Aslında bu bağ ben yurtdışındayken gevşek bir şekilde zaten kurul­muştu. Bizim arkadaşlardan, o zamana kadar siyasetle pek fazla ilgilenmemiş olan Yücel Sayman da yolunu Bülent’le beraber seçti ve Mao’cu oldu. Benim de aralarında bulunduğum, 1962’de TİP’e girmiş olan grup, hemen hiç fire vermeden legal parti çizgisinde kaldık. Bizden daha genç olanların büyük ço­ğunluğu ise Latin Amerika tipi gerilla stratejilerine ağırlık veren gruplara ka­tılmıştı. Bu arada bir grup da “cuntacılar” çevresinde kümelenmişti. Bu grubun azımsanmayacak sayıda prestij sahibi eski gazeteci, politikacı ve akademisyen yandaşları vardı.
ÜNAS’da değişik siyasi gruplara mensup arkadaşlar, fazla bir sorun çı­kartmadan, sendikanın tarafsız kalmasına elimizden geldiği kadar özen göstere­rek birlikte çalışırdık. Bülent’le ben sırayla İstanbul Şubesi başkanlığını yaptık. 12 Mart darbesinden sonra MİT ajanı olduğu ortaya çıkan ve verdiği bilgilerle ünlü Madanoğlu davasının baş aktörü olan Mahir Kaynak da ÜNAS üyesiydi. Onun bazı kuşkulu davranışları dikkatimizi çekmiş ve temasta olduğu eski tüfekleri uyarmaya çalışmıştık ama uyarılarımız ciddiye alınmamıştı. O gün­lerde toplumun her kesiminde ve yaşamın her alanında bir değişim beklentisi vardı. Bu arada Bülent’in ve benim özel yaşamlarımız da değişmiş, evlilikleri­miz yasal olmasa da fiilen son bulmuştu. Bülent artık Öget Öktem’ le, ben Norveçli Jane ile birlikteydim.
….
“Beyaz aydınlık” çevresinde toplanan Mao’cu hareket, kadrolarını köy çalışmaları için seferber ediyor, “devrim kıvılcımını”, “kırlardan şehirlere” taşımak üzere, değişik yerel kimliklerle bazılarını köylere, bazılarını kentlerin gecekondu bölgelerine yerleştiriyordu. Bülent henüz seferi göreve çıkmamıştı. Dev Genç kaynaklı gruplardan, daha şimdiden gerilla eğitimine başlayanlar vardı. TİP ise içten içe kaynıyordu. Ben o sırada Fatih ilçesinde çalışıyordum. Evim Kocamustafapaşa’daydı. Kaloriferi, doğru dürüst bir mutfağı, banyosu olmayan sefil bir evdi. Asistan maaşı dışında gelirim yoktu. Üstelik Jane ha­mileydi. Akşamları partili bir grup işçi ile evde eğitim çalışması (?) yapardık. Eğitim çalışması değimiz şey de, Marksist klasikleri sayfa sayfa yüksek sesle okuyup, üzerinde tartışmaktan ibaretti. Legal parti çizgisinin dışına ancak bu tartışmalar sırasında çıkardık. 1970 Eylül’ünde tanıdığımız İngiliz bir kızın boşalttığı Cihangir’deki küçük bir çatı katına taşındık. Kız ülkesine döndüğü için eski eşyalarını da bize bırakmıştı. Alçak tavanlı uydurma bir kattı, ama antredeki pencereden tarihi yarımada ve Sarayburnu’na bakan derme çatma, fakat eşsiz manzarası olan çatı balkonuna çıkılıyordu. Kocamustafapaşa’daki sefaletten sonra bu ev bizim için bulunmaz bir lükstü. Oğlum Kerem orada doğdu.
Öget’le Bülent Taksim’de oturuyorlardı. Bülent 1969 sonunda Anayasa Hukuku Kürsüsünde doktorasını vermişti. Ben de 1970 ortalarında İstanbul Tıp Fakültesinde Nöroloji uzmanı olmuştum. Kerem iki evin ortak çocuğu gibiydi. Onu sırt çantasında sırayla taşıyarak uzun yürüyüşlere çıkardık. Bülent Galata­saray mezunu olduğu için asıl yabancı dili Fransızca’ydı, Jane’in bir türlü Türkçe öğrenmemesi yüzünden, beraberken çoğu zaman İngilizce konuşur, ya da Jane için birimiz simültane çeviri yapmak zorunda kalırdık. Kerem’i taşı­mak gibi, bu zor işi de Öget, Bülent ve ben sırayla yapardık. Öget’in İngilizcesi hepimizden iyiydi. Ben de, gerektiğinde Norveççe’yi de katarak işi idare eder­dim. İçimizde en çok zorlanan Bülent’ di ama bundan hiç yakınmazdı.
….
Siyaset, zorunlu mesleki çalışmalarımızın dışındaki gündelik hayatımızın en temel faaliyet alanıydı. Her birimizin çeşitli dernek, sendika, meslek örgütü ve parti aidiyetleri ile ilgili toplantılarda tartıştığımız konulara akşamları ev­lerde devam edilirdi. ÜNAS’ın başkanlığını yaptığım dönemde katıldığım bit­mez tükenmez örgütler arası toplantılardan yorgun argın eve gelip Jane ve Ke­rem’i alarak biraz ferahlamak için Öget’lerin Taksim’deki evlerine kapağı atar­dım. Bülent’in iyimserliği, mizah duygusu ve ikram incelikleri günün yorgun­luğunu alırdı. Gecenin bir saatinde konu, Bülent’in yasal olarak devam eden birinci evliliğinin iki taraf için de travmatik olmayacak biçimde nasıl sonlandı­rılacağı sorununa gelirdi. Kimi zaman bu tartışmalar, sorun çözme ve ikna ye­teneğim biraz abartılarak, benim “görüşmeci” sıfatıyla Bülent’in eşinin Yeniköy’deki evine gönderil­memle nihayet bulurdu.
Bu arada banka soygunları başlamış, “şehir gerillası” önce bir ABD’li çavuş, sonra da 4 subay kaçırmıştı. Bir “askeri cunta”nın gelmekte olduğunun herkes farkındaydı ama kimilerine göre bu gelen “sol cunta”ydı.
12 Mart’ı, bu ortamda karşıladık. Sol cunta falan derken 12 Mart soldaki bütün siyasi oluşumları yerle bir etti. TÖS ve ÜNAS başta olmak üzere tüm memur sendikaları ve TİP kapatıldı. Yanlış anımsamıyorsam Bülent’le Yü­cel’in illegal “seferi” görevleri de hemen ertesi günü başladı. “Maocu” hareket onları köy çalışması yapmak üzere Trakya köylerine gönderiyordu. Şimdilik üniversitedeki görevlerinden ayrılmadan, hafta sonlarında köy seferlerine çıka­caklardı. Başasistan olarak görev yaptığım İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Nöro­loji kliniğinde nöbet günümdü. Akşama doğru Bülent ve Yücel geldi. Kürsü başkanının odasına kapandık. İki saat boyunca ben bütün ikna gücümü kullana­rak onlara, köylüleri ayaklandıramayacaklarını (!), Türkiye’de “kırlardan şe­hirlere” devrim falan olamayacağını anlatmaya çalıştım. Onlara kıyasla, ben hiç olmazsa çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan köylü milletini daha iyi tanıdığım iddiasındaydım. Karşı argümanlarımı tam anımsamıyorum ama akıl almaz bir çocukluk yaptıklarına içtenlikle inanıyor, üç gün içinde köylülerin onları ihbar edeceğini düşünüyordum. “Evet ama ya Çin, Ya Büyük Yürüyüş?” Çabalarım bir şeye yaramadı. Aksine, onlara itiraf etmesem de, ta içimden “acaba haklılar mı” diye sormaya başladığımı anımsıyorum. Yücel köylü kıya­fetini düzmüştü. ÜNAS’ın kasasında kalan son parayla Öget’le birlikte, Mah­mut Paşa’nın üstündeki dükkânlardan Bülent’e köylü kasketi ve lastik ayak­kabı, yün çorap falan aldık. Ertesi gün gittiler. Bülent’in köy çalışmasına gittiği hafta sonlarında Jane ve Kerem’le birlikte Öget’lerde kalırdık. Bülent’in yok­luğu hepimizi hüzünlendirirdi. Bir taraftan olan bitenlerle dalga geçer gülerdik ama işlerin rengi değişiyor, endişelerimiz artıyordu.
Demirel istifa etmiş, 26 Mart’ta Nihat Erim’in Partiler-üstü “Beyin ta­kımı” hükümeti kurulmuştu. Nisan’ın sonlarına doğru sıkıyönetim ilan edildi. 17 Mayıs’ta da İsrail’in Başkonsolosu Elrom kaçırıldı. Ünlü “Balyoz hareketi” ve ev ev aramalar o günlerde oldu. Bizim Cihangir’deki çatı katı polisçe henüz bilinmiyordu. O sıkıntılı günlerde arananlardan bir kaç kişi, kısa sürelerle o evde kalmışlardı. Kız kardeşim Işıl’la birlikte bir grup Dev-Genç’li çocuk da aramalardan bir gece önce bizde kalmışlardı. Arama bizim apartmanın giriş katında başladığı sırada, koridordaki kalorifer vanasına asılmış küçük bez bir torba gözüme ilişti. Merakla açtım, içi tabanca kurşunu ile doluydu. Besbelli ki Dev-Genç’li gençler unutmuştu. Hiçbirinin silahlı eylemlere katılmadıklarını, savunma amacıyla ve biraz da havaya girerek silah taşıdıklarını biliyordum. Bu derece dalgınlık ancak acemilikle açıklanabilirdi. Telaş içinde banyodaki metal duş borusunun içine birer birer yerleştirdim. Daha önceden evdeki uygunsuz (!) kitapları, dosyaları bir bavula koyup annemlerin evine taşımıştım. Ev temizdi ama medeni durumumuz biraz garipti. 1,5 yaşında, annesi Norveç’li, babası Türk bir çocuğumuz vardı ve evli değildik. Çok net anımsamıyorum; ya eve hiç gelmediler, ya da kapıdan şöyle bir bakıp gittiler.
1971’in sonları ve 1972 yılı birbiri arkasına örgüt davaları, Deniz Gez­miş’lerin yakalanışı, yargılanışı, idamları, TİP’in kapatılması ve merkez yöne­ticilerinin tutuklanması, Kızıldere baskınında Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesi olaylarıyla geçti. TİP’li olmama ve siyasi meşrep itibariyle silahlı hareketlere yakın durmadığımın bilinmesine karşın, hemen tüm illegal siyaset­lere mensup arkadaşlarım vardı. Polisten saklananların sağlık sorunlarından, silahlı çatışmada yaralananların tedavilerine kadar birçok konuda sık sık bana başvurulurdu. Bizim evde, Deniz’lerin affı için imza kampanyasında Onat Kutlar’la birlikte, listelerin daktilo ile yazılıp çoğaltılması işinden başlayarak bir sürü yarı gizli siyasi toplantı yapıldı. Yurtdışından bir sürü gazeteci gelip gitti, arananlardan bizde kalanlar oldu, ama hiç ciddi bir polis baskını yaşama­dık. Bir iki kısa süreli sorgulama dışında benim de başıma ciddi bir şey gel­medi. Oysa siyasi örgütlerle ilişkileri benden çok daha sınırlı olan bazı arka­daşlardan gözaltına alınanlar oluyordu. Muhtemelen 1968-1969’da yurtdışında olduğum için yakın takibe alınmamıştım.
1972 Nisan’ında Fakülte Dekanı Prof. Dr. Safa Karatay beni odasına ça­ğırdı ve lafı uzatmadan “bir an önce toparlan git” dedi. Safa bey asker kökenli bir hocaydı. Oslo Üniversitesinde bulunduğum sırada oraya gelmiş, yanlarında çalıştığım hocalardan hakkımda övücü konuşmalar dinlemiş, döndükten sonra bana bunu belgeleyen bir “takdirname” vermişti. Siyasi eğilimimi ve TİP üyesi olduğumu bilirdi ama bu konuda, nasihat faslında olsa bile, hiç bir şey söylemezdi. Bu kez de söylemedi. Asıl endişesi çok önem verdiği bilimsel kariyerimin sekteye uğramasıydı. İtiraz edecek halim yoktu. Hızla eski çalıştı­ğım yerlerden çağrı yazıları istendi, Fakülte’den izin çıktı ve apar topar yeniden Norveç’e gitmek üzere hazırlıklara başladım.
Bu arada tutuklanma ve uzun süre hapis yatma olasılığı bulunanlardan yurtdışına çıkmak isteyenler için olanaklar hazırlamak üzere çalışmalar yapılı­yordu. Önceden yurt dışına çıkmış olan Türkiyeli bazı arkadaşlar, cunta döne­minde önemli kişileri dışarı çıkarma işlerinde deneyim kazanmış Yunanistanlı dostlar ve çeşitli Avrupa ülkelerinden güvenilir gazeteciler aracılığı ile biz de böyle bir ağ kurmuştuk. Yöntem oldukça basitti. Çıkışta tanınmamalarını sağ­layacak sakal, bıyık, peruk, makyaj ve benzeri uygulamalarla fotoğraflar ha­zırlanıyor, onlar yurt dışına gönderiliyor, fotoğraflar, uygun özelliklere sahip yabancı pasaportlara elden geldiği kadar titizlikle yerleştiriliyor, sonra da Tür­kiye’ye giriş damgası konarak buraya gönderiliyordu. Sonrası sizin becerinize ve gözü karalığınıza kalmış. İster elinizi kolunuzu sallayarak Yeşilköy’den güpegündüz, ister daha maceralı başka kapılardan çıkabilirsiniz. Bu yolla, ta­nınmış bir “eski tüfek” ağabeyimizi başarıyla uğurlayarak ilk uygulamamızı yapmıştık. Sırada Bülent, Öğet, Yücel ve benim eski eşim Fatma vardı. Dördü­nün de “Aydınlık” çevresi ile ilişkileri nedeniyle tutuklanma olasılıkları yük­sekti. Bu ilişki konusundaki traji-komik öyküleri sonradan çok konuştuk. Bü­lent ve Yücel’in başlangıçta Trakya köylerinde “İşçi-Köylü” gazetesi dağıt­makla sınırlı faaliyetleri giderek derinleşmiş ve parti onları Ege Bölgesine “köy çalışması” yapmak üzere göndermişti. Kılık değiştirmek için büyük özen gös­termelerine karşın, kentli kimliklerini bir türlü gizleyemediklerine dair eğlen­celi öyküler dinlemiştim. Bülent bir kasabada, başında köylü kasketi, sırtında eskimiş ceket, ayağında lastik ayakkabılarıyla, sözde köylü kıyafetine bürün­müş halde açık hava sinemasında bilet kuyruğuna girmiştir. Dalgındır; kuyruk ilerlerken o geri kalır. Arkadan biri seslenir; “Dayı yürüsene!” Bülent arkaya dönünce, adam yüzünü görür ve “Afedersiniz beyefendi” diye özür diler. Öğet ve Fatma ise daha eğitim aşamasında “aday üye”dirler. Arada buluşup “Ma­ocu” hareketlerin önemli teorik yayınlarını okurlar. Bir de gizlenen bazı partili kadınları evlerinde misafir ederler. Bu arada kod adları, parolalar, şifreler, gizli buluşmalar vb. bütün mizansen, büyük işlere soyunmuş bir gizli örgüt görüntü­süne tam anlamıyla uymaktadır. Nitekim savcılıklar da aynen böyle değerlen­dirmişti. Kuşkusuz bu söylediklerim sadece Beyaz Aydınlık (İşçi-Köylü Par­tisi) için geçerli değildi. O dönemde birçok illegal hareket, doğru dürüst bir değerlendirme yapmadan başından büyük işlere kalkışmış, dürüst, yetenekli, gözü pek birçok genç insan yaşamını yitirmiş, binlercesinin yaşamı da alt üst olmuştu. Bu arada legal siyasal alanda çok önemli bir yeri olan, Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının başını çektiği birinci İşçi Partisi deneyimi de heba olup gitmişti. Bu hengâmede Bülent, Öğet, Yücel’in payına Avrupa’ da iki yıl kadar süren bir kaçak göçmenlik, Fatma’nın payına da bir yıl süren hapislik yaşamı düşmüştü. Fatma başlangıçta yurt dışına çıkmayı planlarken sonradan “bu iş bize kadar uzamaz” düşüncesiyle vazgeçmişti. Bülent, Yücel ve Öğet’in kaçış­larının arkasından da tutuklanmıştı.
….
1972 Haziranında daha bu işler olmadan Jane ve Kerem’le birlikte biz de ailecek yurt dışına çıktık. İlk durak Cenevre’ydi. Orada Yunanistan’lı dostların evinde kaldık. Onlar aracılığı ile Yunan Cuntasının devrilmesinde çok önemli rol oynayan bazı Avrupalı diplomatlarla tanıştık. Türkiye’de demokrasiye dö­nüş için uluslararası planda neler yapılabileceğini tartıştık. Bu arada Bülent, Öğet ve Yücel’in fotoğrafları, belgelerin hazırlanacağı yere hızla ulaştırıldı. Pasaportlar Türkiye’ye gönderilmeden önce, bir uygunsuzluk olup olmadığını kontrol etmek üzere bana gösterildi. Yanlış anımsamıyorsam Bülent’inki bir Belçikalı’ya, Öğet’inki İsveçli’ye, Yücel’in ki ise bir Avusturalyalı’ya aitti. Öğet sarıya boyanmış saçlarına karşın pek İsveçli’ye benzemiyordu. Yücel’se Avusturalyalı’ydı ama tek kelime İngilizce konuşamıyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Pasaportlar Yunanistanlı arkadaşların ayarladıkları İsviçreli bir ha­nımla İstanbul’a gönderildi. Biz Cenevre’den Oslo’ya geçtik. Ben çalışacağım üniversite hastanesinde daha önceden de tanıdığım hocalarla görüştüm. Her şey yolundaydı ama kalacak yer ve geçinebilecek ücret sorununun çözümü biraz vakit alacaktı. Jane, Kerem’i de alarak başka bir kentte yaşayan ailesinin ya­nına gitti. Bense hastanede kalıyor ve maaşsız çalışıyordum. Bu arada Uluslara­rası Af Örgütü’nün Londra’daki yöneticileri o sırada İngiliz İşçi Partisi başkanı H. Wilson’un araştırma asistanlığını yapan Jane Cousins aracılığı ile benimle yüz yüze görüşmek istediklerini bildirdiler. Af örgütü daha önceden, olup bi­tenleri yerinde gözlemek üzere Türkiye’ye bazı elemanlarını göndermişti. Jane Cousins’de Af Örgütü adına İstanbul’a iki defa gelmiş ve bizimle ilişki kur­muştu. Bu kez cezaevlerindeki tutukluların durumunu araştırmak üzere bir avukat grubunu Türkiye’ye göndermek istiyorlardı. Esasen bu talep bizlerden gelmiş ve prensip olarak kabul edilmişti. Görüşmeyi isteyen bu grubun başın­daki “Sir” ünvanlı ünlü bir avukattı (Sir O. Williams). Jane, Kerem’i ailesine bırakıp Oslo’ya döndü ve birlikte Londra’ya gittik. Orada Jane Cousins‘in evinde kaldık. Birçok ünlü yazar, sanatçı, gazeteci ile görüştük. Bu arada Sir O. Williams’ın evindeki toplantı büyük bir gerginlik içinde geçti. Bir sürü saçma sapan seremoni ve kurallarla iyice sıkıntılı hale gelen görüşme sırasında bir ara adam bizlerin Sovyetler’den para alıp almadığımızı öğrenmek istediğini söy­ledi. Ben ayağa kalktım ve “Askeri rejim bile bize bu tür sorular yöneltmedi. Türkiye’deki demokratik muhalefetin en temel özelliği bağımsızlığıdır” dedim ve toplantıyı terk etmek istediğimi söyledim. Adam özür diledi, yanlış anlaşıl­dığını belirtti ama benim iyice keyfim kaçmıştı. Jane Cousins ile birlikte evi terk ettik. Sonradan, avukatın tepkimi görmek için bu soruyu kasden sorduğunu öğrendim. Ne olursa olsun bu tavır beni çok rahatsız etmişti. O zamandan beri, yabancılarla Türkiye ile ilgili konuşurken, o günkü tedirginliği yeniden yaşıyo­rum. Avukat Sir O. Williams, biz Oslo’ya döndükten birkaç ay sonra Tür­kiye’ye gitti ve resmi izin alarak cezaevindeki tutuklularla, bu arada İlkay De­mir’le görüştü. Bugün geriye doğru bakınca bütün bu çabaların somut sonuçlar doğurup doğurmadığından elbet emin olamıyorum, ama ne olursa olsun baskı rejimlerinin dünya demokratik kamuoyu tarafından gözetlendiklerini hissetme­sinin yararlı olduğuna inanıyorum.
Londra’dan döndükten kısa bir süre sonra hastaneye yakın bir lojman ve düşük de olsa düzenli bir maaş sahibi oldum. İşte tam o günlerde Bülent çıka­geldi. Daha önceden haber vermiş miydi anımsamıyorum ama ne kadar sevin­diğimi çok iyi anımsıyorum. Jane, Kerem ile birlikte ailesinin yanındaydı. Yeni taşındığım lojmanda henüz doğru dürüst eşya yoktu ama Bülent’in odasının yatak, masa, iskemle ve başucu lambası gibi temel gereksinimleri sağlamıştı. On gün yalnız kaldık. Gündüzleri o ya okuyor ya Oslo’yu, yürüyerek keşfe çıkıyor, akşamüstü ben hastaneden çıkınca ona katılıyordum. Geceleri sabah­lara kadar konuşuyorduk. O, Türkiye’de ben ayrıldıktan sonra olup bitenleri, ben de Cenevre ve Londra’daki temasları uzun uzun anlattık. Tabi beni en çok etkileyen, gıpta ile dinlediğim yurtdışına çıkış öyküsüydü. Ayrıntılarını daha sonra Öğet’den de öğrendiğim bu öyküyü her ikisine de defalarca anlattırdığımı ve böyle bir kaçış macerasını yaşamadığıma çok hayıflandığımı anımsıyorum. Önce sanırım Yücel Sirkeci’den trene binip çıkmış ve doğru Cenevre’ye git­mişti. Onunkinin fazla bir çekiciliği yoktu. Arkasından Bülent İtalyan bandıralı “Stella Maris”, sonra da Öğet aynı geminin eşi olan “Stella Solaris” ile çık­mışlardı. Kadıköy rıhtımında sık sık gördüğümüz bu iki gemi, hem isimleriyle hem de kuğu gibi zarif görünümleriyle, benim için seyahat ve serüven özlemle­rimin simgeleriydi. Bülent gemiye adımını atar atmaz pasaportuna uygun Bel­çikalı kimliğine bürünmekte hiç güçlük çekmemişti. İsveç pasaportu taşıyan Öğet ise, ne İsveçliye benziyor ne de tabi İsveç’çe biliyordu. Ayrıca Bülent için gemi acentesinden bilet alırken Türkçe konuştuğu bir yetkili ile, sarı saçlı İsveç pasaportu taşıyan bir turist olarak yüz yüze gelmiş, adamcağız doğal olarak Türkçe konuşmaya başlamış, Öğet ise İngilizce cevap vermişti: “Ben İs­veçli’yim ve Türkçe bilmiyorum”. Zavallı adam her halde durumu anlamış ve “öyle mi?” deyip işi idare etmişti.
Bülent Oslo’da bir ay kadar kaldıktan sonra Öğet’le buluşmak üzere Ce­nevre’ye gitti. Amacı bir an önce Fransızca konuşulan bir yerde akademik ça­lışmalarını sürdürmekti. Ama bunun için bir sürü sorunun çözümlenmesi gere­kiyordu. Birlikte çok iyi zaman geçiriyorduk ama Avrupa’dan biraz izole bir konumdaki Oslo’da Bülent’in siyasi bakımdan da mesleki bakımdan da yapa­bileceği fazla bir şey yoktu. Üstelik o döneme göre hayli keskin bir feminist olan Jane, çocuk bakımı, bulaşık, temizlik gibi ev işlerinde, Bülent’i de epey bunaltmıştı. Ben günün büyük bölümünü hastanede geçirdiğim için asıl eziyet çeken Bülent’ti. Tabi Bülent bundan bir tek gün bile yakınmadı. Oslo’da hayatı zorlaştıran bir başka faktör de sigara ve içkinin inanılmaz derecede pahalı ol­masıydı. Jane çalışmıyordu; benim maaşım ise o sıralarda zar zor idare edebile­cek düzeydeydi. Oysa üçümüz de bolca sigara ve şarap içerdik. Tütün sarmayı o günlerde öğrendik. Bira dışındaki içkiler Norveç’te ancak resmi daireler gibi 9-5 çalışan monopollerden satın alınabilirdi (bugün de öyle). Kuyruğa girmek, şişeleri geri verilebilen en ucuz şarabı seçmek ayrı bir uğraş gerektirirdi. Za­man zaman Jane’nin arkadaşları aracılığı ile bulduğu ev yapımı kötü şaraplar bile hızla tüketilirdi.
….
Öğet, Bülent ve Yücel’in Cenevre’deki yaşamları konusunda çok öykü­ler dinledim. Bülent ve Yücel bir süre bulaşıkçılık ve aşçı yamaklığı yapmış­lardı. Öğet ev temizliğine gidiyordu. Sonra yavaş yavaş sorunlar çözüldü. İs­viçre hükümeti üçüne de “siyasi göçmen” statüsü verdi, eli yüzü düzgün işler bulundu. Son dönemde Bülent Cenevre Hukuk Fakültesinde misafir öğretim görevlisi olarak çalışıyordu. Öğet de özel piyano dersleri veriyordu. Göçmenlik dönemi 1974 sonuna kadar sürdü. Bu arada yaz tatillerinde buluşuyorduk. Son yıl ben Norveç’in en kuzey uçundaki Tromsö üniversitesinde klinik şefi olarak çalışmaya başlamıştım. Üniversite, karaya uzun bir köprüyle bağlanmış küçük bir ada üzerindeydi. Tromsö aynı zamanda balina avcılarının üssüydü. Her gün dört beş dev balina, gemilerin yedeğinde buraya getirilir, fabrikanın önündeki alanda seyre gelen turistlerin gözleri önünde parçalanırlardı. Tromsö, “altı ay gece, altı ay gündüz” döngüsünün en tipik yaşandığı eşsiz bir kuzey kentiydi. Gece yarısı güneşi kenti kavuniçi bir renge boyardı. 1974 yazında Öğet ile Bü­lent bizi ziyarete geldiler. Ekonomik durumumuz düzelmişti. İçinde saunası falan bulunan kocaman bir lojmanımız ve yeni bir arabamız vardı. Bir hafta kadar bölgeyi dolaştıktan sonra arabayla hep birlikte kuzey Norveç’ten İsveç’in kuzeyine, oradan Finlandiya’ya geçip Helsinki’ye indik. Oradan da feribotla Stockholm’e geçtik. Gezi kaç gün sürdü anımsamıyorum ama kuzey Finlan­diya’da, kara bulutlar halinde ortalığı kasıp kavuran sivrisinek hücumunu hiç unutmuyorum. Zaman zaman önümüzü görebilmek için arabanın sileceklerini çalıştırmak zorunda kalıyorduk. Güneye indikçe sivrisinek yoğunluğu azalı­yordu. Isırılmadan çadırlarımızı kurabilecek bir yer buluncaya kadar 17 saat devamlı araba kullanarak Turku civarına indik. O sırada kardeşim Yusuf Fin­landiyalı sevgilisi ile birlikte Turku yakınlarındaydı. Çaresiz ona telefon ettik. Bizi ailenin bir göl kenarındaki evlerine davet ettiler. Yusuf ile birlikte, beşi yetişkin biri çocuk olmak üzere altı kişi birden, dört kişilik ailenin küçücük yaz evinde iki üç gün konuk olduk. Babanın akşamları kokulu ağaç yapraklarını yakarak pişirdiği isli balıkları, şişe şişe tükettiğimiz Fin votkalarını ve buhar­dan bunalınca göle atladığımız Fin hamamını hiç unutmuyorum.
….
1974’te çıkarılan af yasası ve görece demokratikleşen siyasi ortam yavaş yavaş Türkiye’ye dönüş zamanının geldiğini gösteriyordu. Ama Bülent’in ka­fası biraz karışıktı. Son gezimiz sırasında Öğet, dönme konusunda Bülent’in bir türlü karar veremediğini söylemişti. Yüz yüze konuşunca Bülent dönme konu­sunun üzerinden hep atlıyordu. Sonunda benim ısrarımla birkaç saat açık açık tartıştık. Bunca yıllık arkadaşlığımıza karşın, birbirimizin yaşamına müdahale anlamını taşıyan yargılamalardan daima kaçınırdık. Bülent Cenevre’de daha yeni yeni rayına oturan mesleki çalışmalarını bırakmak istemiyor, Türkiye’de yeniden üniversiteye dönme olanaklarının açılabileceğini inandırıcı bulmuyordu. Siyasi aidiyeti konusunda ise zaten gevşek olan bağları büsbütün zayıflamıştı. İlk kez (ve kuşkusuz son kez) dönmesi gerektiği konusunda, mü­dahale sınırlarını zorlayan telkinlerde bulundum. “Bu ülkenin bizlere ihtiyacı var” gibi manevi baskı unsurlarını bile kullandım. Çünkü Bülent’in öğretim üyeliğini çok sevdiğine ve bunu kendi ülkesinde yapması gerektiğine inanıyor­dum. Şimdi geriye dönüp baktığım zaman, onu dönmeye ikna etmeye çalışır­ken kullandığım gerekçelerin birçoğundan o sırada benim de pek emin olmadı­ğımı, geleceğimiz konusunda ileri sürdüğüm iyimser beklentilere, benim de tam inanmadığımı daha berrak görüyorum. Hiç kuşku yok ki, o sırada beni asıl yönlendiren unsur, onu oralarda bırakmak istemeyişimdi. Yine hiç kuşku yok ki, Öğet’in telkinleri olmasaydı ben bu kadar müdahaleci olamazdım.
Dönme konusunda Bülent’i ikna etmeye çalışırken, bir yandan da içim­den kendimle ilgili dönme kararının muhasebesini yapıyordum. Doçentlik te­zimi tamamlamıştım. En iyi ihtimalle birkaç ay içinde sınava girebilir ve do­çent olabilirdim. Ama Türkiye’de üniversitedeki olanaklar o kadar sınırlıydı ki, üzerinde çalıştığım konuda bir şeyler yapıp yapamayacağım hiç belli değildi. Amacım bir nörolojik görüntüleme laboratuarı kurmaktı. Ama ne bina ne de üniversite bütçesinde bu derece pahalı teknolojiyi kurabilecek para vardı. Labo­ratuar bir yana, benim oturacak odam bile yoktu. Öte taraftan, çalıştığım Tromso Üniversitesi yeni kurulmuş olduğu için, en son teknolojiyle donatılmış laboratuarları ve maddi kaynaklarıyla sonsuz olanaklara sahipti. Akademik kariyer kapıları sonuna kadar açıktı. Daha şimdiden, 3 dil bilen bir sekreterim, bütün uluslararası bilimsel kongrelere katılma, yılda 2 kez dilediğim bilimsel merkeze kısa süreli ziyarette bulunma olanaklarım ve iyi bir maaşım vardı. Üstelik de beraber yaşadığım insan, ülkenin yerlisiydi ve oğlum Kerem Norveçce’yi Türkçe’den çok daha iyi konuşuyordu. Açıkçası orada kalmamı isteyen yakınlarımı ve meslektaşlarımı ikna edebilecek nesnel nedenler bul­makta zorlanıyordum. Söyleyebildiğim tek şey; “Çok rahatım, çok iyiyim ama ben dönmek istiyorum” dan ibaretti. Aslında söyleyemediğim gerçeklerin ba­şında, bu steril huzur ortamından sıkılmam geliyordu. Kendimi dünyanın tepe­sinde kurulmuş bir cennet bahçesinden aşağıları seyrediyor gibi hissediyordum. Ama bütün bunların ötesinde “ülkeyi terk etme” düşüncesi sanki bir “ihanet” duygusu veriyordu. Kalırsam borcumu ödememiş, mücadeleden kaçmış gibi hissedecektim.
Daha sonra bu “borçluluk” duygusunun, Cumhuriyet’in kuruluş ideoloji­sini az çok paylaşan, bizden önceki kuşaklarda sıkça rastlanan özel bir ruh hali olduğunu gördüm. Bu temel duygu, özveri ve sorumluluk bilincinin gelişme­sinde önayak oluyor ama öte yandan da, “bu ülkede her şey bizden sorulur” tarzında, zaman zaman “Jakobenizm”, zaman zaman “bürokratik elitizm” ha­linde tezahür eden siyasi eğilimleri besliyordu. Bülent’i ikna etmekte hangi argümanlar etkili oldu bilmiyorum ama sonunda kesin dönme kararını aldı. 1974 sonuna doğru hepimiz İstanbul’daydık.
….
Bülent ve Yücel, Anayasa Mahkemesi kararıyla kapsamı genişletilen af yasasından sonra açtıkları Danıştay davasını kazanıp üniversiteye geri döndü­ler. Kayda değer bir zaman kayıpları olmadı. Bu arada 1971’de kapatılan ÜNAS’ın yerine bu kez Üniversite Asistanları Derneği (TÜMAS) kurulmuş, ben de İstanbul şubesi başkanı olmuştum. Yaşam yavaş yavaş eski canlılığına kavuşuyor, TÜMAS çevresinde çeşitli sol siyasi eğilimlere mensup asistanlar, TÜMÖD çevresinde de öğretim üyeleri örgütleniyordu. 1971 öncesi sol partiler kapatılmış, iyice daralmış olan siyaset alanı dernekler ve meslek odalarına doğru kaymıştı. TÜMAS bu bakımdan ilginç bir örnek oluşturuyordu. İçinde hemen her siyasi eğilimi temsil eden üyeler vardı ama örgüt olarak herhangi bir siyasetin damgasını taşımıyordu. Yönetim Kurulu toplantıları bütün üyelere açıktı. Herkesin söz hakkı vardı ve kararlar, oylama yerine, çoğunluk eğilimi ortaya çıkıncaya kadar tartışmayı sürdürerek alınırdı. Bir tür örgüt içi demok­rasi denemesi yapıyorduk ama açıkçası tartışmaktan iş yapmaya ne vakit ne de enerji kalıyordu.
Bülent bu tartışmalarda artık taraf olarak yer almıyor, zamanını daha çok Fakültedeki çalışmalarına ayırıyordu. Bu arada yıllardan beri sürüp giden bo­şanma davası sonuçlanmış ve daha Cenevre’deyken, 1974’de Öget’le resmen evlenmişlerdi. Yücel de eski eşinden ayrılmış ve Fatma ile evlenmişti.
Ben 1975’de doçentlik sınavını vermiş ve aynı yıl kadroya atanarak öğ­retim üyesi olmuştum. Henüz ne odam ne de laboratuarım vardı. Bodrum ka­tında eskiden mazot deposu olarak kullanılan odayı kendi çabamla temizletip, boyatıp çalışma odası haline getirmiştim ama duvarlara sinmiş mazot kokusu bir türlü gitmiyordu. Çapa kampusu içinde benim nörolojik görüntüleme labo­ratuarlarının da yer alacağı yeni bir bina için arsa bulunmuştu, ancak ortada ne inşaat için ne de donanım için para vardı. 1974 sonunda Ecevit hükümeti istifa etmiş ve 1. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuştu. Bu yüzden devletten öde­nek almak olanağı da kalmamıştı. Projeyi gerçekleştirmek için 1977 seçimlerini izleyerek kurulan 2. Ecevit hükümetini beklemek gerekecekti. Genellikle sos­yal demokrat iktidarlar döneminde üniversitelerdeki solcu öğretim üyelerinin itibarı göreceli olarak artar. Hükümetle olan ilişkilerde onları öne sürerler, Ece­vit başbakan olunca Devlet Planlama Müsteşarlığına Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Bilsay Kuruç’u getirmişti. Kuruç’la 1968-69’da Norveç’te iki yıl beraber olmuştuk. Bizim bina sorunumuzu o zamandan az çok biliyordu. Bir başka arkadaşın maliye bakanı ile yakınlığı vardı. Kısaca ilk kez elimizde çok iyi hazırlanmış bir proje ile Devlet katında kabul görüyorduk ve ihtiyacı­mız karşılanıyordu. Yanlış anımsamıyorsam aynı yıl (1977) Bülent’in doçent kadrosuna atanma işi de tamamlanmıştı. Böylece Türkiye’ye dönme konusun­daki pozitif beklentiler yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Öte yandan genel siyasal ortam adım adım kaosa doğru sürükleniyordu. Faili meçhul cinayetler birbirini izliyordu. En çok hedef alınanlar solcu tanınan öğretim üyeleri ve gazetecilerdi. Gece sokağa çıkmak, “kurtarılmış bölgeler”in yakınlarında dolaşmak tehlike­liydi. Bülent’le Öget’in kumrulu sokaktaki evlerinde hep birlikte yemek yedi­ğimiz bir gecenin ertesinde, Server Ağabey (Prof. Server Tanilli) sırtından vu­ruldu. Günlerce yaşam mücadelesi verdi. Son bir ümitle, apar topar onu Londra’ya götürdük. Ben de beraber gittim. Orada, Server Ağabey’in bundan böyle tekerlekli iskemleye bağımlı halde yaşayacağı ve zorlu bir rehabilitasyon dönemi geçireceği kesinleşti. Bu acımasız gerçeği iyileşme umudunu hiç yitir­memiş olan Server Ağabey’e anlatmak, hekimlilik yaşamımın en acı deneyle­rinden biri oldu. Onu daha sonra Leningrad’da bir rehabilitasyon merkezinde yatarken ziyaret ettim. Büyük bir enerjiyle okuyor, yazıyor; umudu ve öfkesi hiç eksilmiyordu.
Bu sarsıcı olaylar içinde yaşarken biraz ferahlamak için fırsat buldukça sağa sola tatile giderdik. Bülent’le Öget bu konuda büyük deneyim kazanmış­lardı. Bir yaz İtalya’da bir kongreye katıldıktan sonra onlarla Atina’da buluşup bir sürü Yunan adası dolaştık. Beni “Kufonisi” adında küçük bir adada bıraktı­lar. Birkaç balıkçı evi, üst katında iki-üç pansiyon yatağı bulunan salaş bir ba­lıkçı lokantası ve bir kiliseden ibaret adada 3-4 gün kaldım. Bu olağanüstü gezi boyunca onlarla sürekli birlikte olmaktan çok zevk aldığımı şaşırarak gördüm. Genel olarak biraz kötümser, biraz depresif seyreden duygu durumum, insan­larla sürekli beraber olmaya pek elverişli değildi. Onlarla birlikteyken Bü­lent’in iyimserliği ve yaşama sevinci sanki bana da geçiyordu.
1980 baharında, bir inceleme yöntemini öğrenmek amacıyla 4 ay için Pa­ris’e gitmiştim. Eylül ortalarında dönecektim. 11 Eylül akşamı Paris’te çalıştı­ğım hastaneden birkaç nörolog arkadaşla birlikte, ertesi günü başlayacak olan uluslararası nöroloji kongresine katılmak üzere Brüksel’e gittik. Gece geç saat vardığımız için doğru otele gidip uyuduk. Ertesi gün kongre binasına vardığı­mızda sekreterlikten başkanın beni aradığını öğrendim. Karşılaştığımızda Tür­kiye’deki son gelişmelerden haberdar olup olmadığımı sordu. Birkaç aydır dışarıda bulunduğum için doğrusu ilk aklıma gelen askeri darbe olmadı. 12 Eylül’ü böyle öğrendim. Kongre başkanı beni oturtup bütün bildiklerini anlattı ve her türlü yardıma hazır olduklarını söyledi. Benden başka bir Türk arkadaş daha vardı ama onun için bu gelişmeler çok büyük bir anlam taşımıyordu.
Ne kadar yakından izlerseniz izleyin, böyle durumlarda uzaktan ne olup bittiğini kavramak kolay olmuyor. Son bir yıldır İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri olarak görev yapıyordum. Daha önce TÜMÖD ve TÜMAS yöneti­minde bulunmuştum. Bütün bu örgütler herhalde askeri rejimin hedef tahtasın­daydı. Paris’te ve başka Avrupa kentlerinde yaşayan Türk arkadaşlar dönme konusunda acele etmememi, gelişmeleri beklememi öneriyorlardı. Bülent ve Öget İstanbul’daydı. Onlar da dönüşü biraz geciktirmemin iyi olacağını düşü­nüyorlardı. Sonunda kısa sürede durumun berraklaşmayacağı, bu kez askeri rejimin çok daha kalıcı yapısal değişikliklere hazırlandığı anlaşıldı. Eylül’ün sonuna doğru döndüm. Bülent Fransa’ya gitmeye hazırlanıyordu. Dijon’dan konuk öğretim üyesi olarak bir davet almıştı. Bu kez çıkışı fakülteden resmen izin alarak oldu. Bir yıl içinde dönecekti.
12 Eylül askeri rejiminin, başta 1961 anayasası olmak üzere tüm hukuk düzenini, üniversiteyi, sivil toplum kuruluşlarını ve siyasi yaşamı altüst edeceği anlaşılıyordu. İstanbul Tabip Odası’nın kapısı mühürlenmişti. Yönetim Kuru­lundan bazı arkadaşlar yurtdışına çıkmıştı. Öteki meslek odalarının, derneklerin ve sendikaların durumu farklı değildi. Gitmeden önceki son akşam yemeğinde Bülent’le, daha 40 yaşlarında üçüncü askeri darbeyi yaşamakta olduğumuzun hüznünü şakaya vermeye çalışıyorduk. Eskisi kadar olmasa bile hala iyimser­liği devam ediyordu.
Önce Bülent arkasından Öget gitti. Bir yıl sonra döndüler. Bülent Fransa’da “Üçüncü Dünya’da Liberal Demokrasi” konusunda dersler vermişti. 1980’de benim profesörlük için sürem dolmuştu. Darbeden önce tezim hazır­lanmış, işlemler başlamıştı. Jüri tayini ve sınav darbeden sonra yapıldı. Hiçbir sorun çıkmadı ve oy birliği ile profesörlüğe yükseltildim. O dönemde kadroya atama işlemi, tüm öğretim üyelerinin katılımı ile oluşan “Fakülte Kurulu”nda oylama ile yapılırdı. “Aydınlar Ocağı”nın önde gelen yöneticileri bizim Fakülte Kurulunda’ydı. Olmadık şeyler anlatılıyordu. “Gizli gizli” Rusça konuştuğum, Fakülte bahçesine kızıl bayrak astığım, öğrenci eylemlerinin perde arkasındaki düzenleyicisi olduğum dilden dile dolaşıyordu. Oylama yapıldı ve 2 oy farkla “evet” sonucu çıktı. Ertesi gün imza toplanayak sonuca itiraz ettiler ve oylama­nın yenilenmesini istediler. Dekan baskılara direnemedi ve birkaç gün sonra oylama yenilendi. Bu kez de bir iki oyla hayırlar öndeydi. Sonuçta 12 Eylül’le birlikte profesörlüğe yükseltilmiş ama kadroya atanmamış oldum.
Tam o günlerde yurtdışına çıkışım yasaklandı. Fakülte’ye yeni atanan albay emeklisi “sivil savunma müdürü” odama gelip arama yapacağını söyledi. 1982 başında yeni binamız bitmiş, laboratuar donanımı tamamlanmıştı. Yıl sonuna doğru taşındık. Nörolojik görüntüleme laboratuarı gerek teknik dona­nım gerekse performans bakımından Avrupa’nın sayılı merkezleri düzeyin­deydi.
Bu arada Bülent’in hocası Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın öncülüğünde 1982 Anayasası ve Prof. İhsan Doğramacı’nın öncülüğünde de Yüksek Öğretim Ya­sası (YÖK) hazırlandı. Anayasa referandumu yapıldı ve %90’ların üstünde “evet” oyu ile kabul edildi. “Münasiptir, hayırlı uğurlu olsun!” diyip, çekip gitmeli mi? Yoksa bir sahil kasabasında inzivaya mı çekilmeli, hesaplarını yaparken 1983 başında üniversitelerde solcu tanınan öğretim üyelerine birer birer “sarı zarflar” gelmeye başladı: “… 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının 2. maddesinin son fıkrası uyarınca, bir daha kamu hizmetinde çalıştırılma­mak üzere görevinize son verilmiştir.”
Böylece karar verme zahmetine katlanmadan Bülent, ben, Yücel, Metin Özek, Aydın Aybay, Rona Aybay, Korkut Boratav ve daha 90 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı. Listede, klasik solcu kimliğine uymayan bir tek Prof. Hüseyin Hatemi vardı. Bu dönemde üniversitelerden ve başka kamu ku­ruluşlarından benzer yöntemlerle daha yüzlerce kişinin görevine son verildi. Birkaç öğretim üyesinin YÖK’ü ve 1402 uygulamasını protesto amacıyla istifa etmesi dışında üniversitelerden hiçbir tepki gelmedi. Aksine bazı üniversiteler, sıkıyönetimin taleplerini aşan uygulamalar yaptılar. İstanbul Tıp Fakültesi yö­netimi, benim herkese açık bilimsel toplantılara bile katılmama tahammül ede­medi. Fakültenin dergisine verdiğim bilimsel makale yayından çıkarıldı. İki yıl önce basılan Nöroloji ders kitabı, benim yazdığım bölüm çıkarılarak yeniden basıldı. Oysa hakkımızda açılmış ve sonuçlanmış bir dava, hatta belirli bir suçlama bile yoktu. Üniversite çevresinden tanıdıklar yavaş yavaş selamı sa­bahı kesiyor, etrafımız boşalıyordu. Darbecilerin, anarşi ve terörün kaynağı olarak üniversiteyi suçlamaları etkisini gösteriyordu. Bu durumda yurtdışına çıkmaya benim de aklım yatıyordu. Elimde çok iyi merkezlerden iş teklifleri ve davet mektupları vardı. Ancak o günlerde tanısı konulan bir kalp sorunu nede­niyle acil olarak yurtdışına gitmem gerektiğini belgeleyen heyet raporlarına karşın, gene çıkış yasağını kaldırtmak mümkün olmadı. Yasak, yıllar sonra, Uğur Mumcu’nun çabalarıyla kaldırılabildi. Yurtdışına çıkış şansımın kalma­dığı ortaya çıkınca, geçinmek için muayenehane açmaktan başka yol kalmıyordu. Bugüne kadar hiç özel çalışma tecrübem olmamıştı. Hastadan para almak düşüncesi tüylerimi diken diken ediyordu. Sonunda eşim Ayla’nın Val
devamını oku >>
Haldun Ersin
 Haldun Ersin
1940 yazının son günleri Beylerbeyindeki ahşap baba evimizde, alt kat­taki oturma odasındayız.
Ablam, bir üst katın Çengelköy’e bakan köşe odasında doğum yapmak üzere. Yukarıdan birtakım telaşlı konuşmalar ve ayak sesleri ke­sildikten bir süre sonra -kimin kucağındaydı, şimdi pek hatırlayamıyorum- bebeği getirdiler. Ben o zamanlar 12 yaşında toy bir çocuk, hiç yeni doğmuş bir bebek görmemiş idim.
Esmer ve az siyah saçları ile topatan kavunu gibi uzunlamasına bir ka­fayı görünce -ne biçim kafası var- diyerek etrafı telaşa verme çabala­rım odada­kilerin sevinçli tezahüratı arasında pek itibar görmedi.
Şimdi düşünüyorum da, sanırım Tanrı da biliyordu bu kadar akılın ufak bir beyinin içine sığmayacağını.
Bülent’in çocukluğu, anne, baba, büyük baba, anneanne, büyük nine ve iki dayı ve bir teyzeden müteşekkil aile efradı içerisinde oldukça huzurlu bir ortamda geçti.
O zamanlar İstanbul’a göçler başlamamıştı. Bizim nesil çok iyi bi­lir. Ma­hallemizin yukarı kısmı ta Çamlıca tepesine kadar kırlar ve fıstık çamları ile bezeli makilik bir alan idi. Çok iyi bir arkadaş grubumuz vardı. İstediğimiz yerde top oynar ve boğazın tertemiz sularında yüzer­dik. Yani kısacası İstanbul bizimdi.
Kırlarda gezinirken sevdiği oyuncakları yanında taşıyan çocuklar gibi Bülent'i sırtımızda taşırdık. Derken ilkokul çağları ve kendisini son nefesine kadar sinesinde barındıran vefalı Galatasaray camiasından ilk adımını atış. Bazı anılar vardır ki hiç unutulmuyor. Beylerbeyi vapur is­kelesinden denk yapılmış yatağını bir sandala yükleyerek Ortaköy’deki GS mektebinin rıhtımına bera­berce çıkardık ve Bülent’i kendi ellerimle okula teslim ettim.
Filvaki çok daha önceden her iki yeğenimin de beyinlerini yıkaya­rak koyu birer GS'li olmalarını başarmış idim. Ve de onlara ödül olarak arasıra -o zaman A.Sami yapılmamıştı, GS'nin maçlarını seyretmeye İnönü stadının deniz tarafındaki açık tribüne götürür idim. Hatta 7 sene sonra kardeşi doğunca be­nim ısrarlarımla adını Reha koyduk. GS'nin meşhur Bülent-Reha Ekin kardeş­lerine özendik.
Ben burada bazı çocukluk hatıralarını anlatmak istedim. Daha son­raki mesleki hayatındaki gelişmeler, başarıları, mücadelelerini, üzüntü ve sevinçle­rini, meslek arkadaşları ve dostları daha iyi takdir ederler.
Şunu da bilhassa belirtmek isterim ki sevgili yengemiz ve harika insan Öget ile öyle bir birliktelikleri vardı ki yalnız eş olarak değil aynı zamanda ve­fakar bir dostluk ve arkadaşlık sonuna kadar devam etti. Gezmeyi çok seviyor­lardı. Sağlıklı olduğu son senelerden bir yaz sabahı Çeşme limanından onları ufak bir gemi ile Sakız adasına uğurladım. Yu­nan adalarını dolaşmışlar, çok beğenmişler, dönüşlerinde bize de tavsiye etmişlerdi.
Yaşamın ona bahşettiği nimetlerin bedelini çalışkanlığı, üreticiliği ile fazlasıyla ödeyen bir insana felek haksızlık etti gibime geliyor. Değil mi Pisi?
 


 Bülent Tanör’ün dayısı.
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013