İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Sayman Yücel
Dostu görme ihtimali kalmamışsa, duyulan acı somuttur.
 
Yücel Sayman
“Ben, belki aranızda bu işin en amatörüyüm”.
Konuşmaya girişinden belli, Bülent çok keyif aldığı bir konuyu, dinleyi­cileri de keyfine ortak edecek biçimde anlatacak.
“...bu dersi benim vermem istendi; ben de kabul ettim. Pişman da deği­lim, hoşuma da gitti.” Sonra, derslerini niye ders değil de konferans olarak başlıklandırdığını anlatıyor, birinci sınıflar için 10 konferans “Kurtuluş Üze­rine”, ikinci sınıflar için bir başka 10 konferans “Kuruluş Üzerine”, öğrenciler düşünüyor, tartışıyor, Bülent’e “son derece keyifli” gelen sınav kağıtları ve ödevler veriyorlar.
Düşünüyorum da, Bülent’in dersleri “konferanslar” biçiminde verme­sinde, herkesin başlığını okur okumaz içeriğini kestirip omuz silkeceği bir ders konusunu, üzerinde düşünülmemiş başka bir yönüyle ele alıp, her dersi öğren­cinin de katılacağı bir düşündürücü, düşündürürken tartıştırıcı “keyif saati”ne dönüştürme amacı var sanki.
“Keyif”, Bülent’in bilimsellikte, araştırırken, okurken, anlatırken, yazar­ken, mavi yolculukta yine okurken, yazarken, yarışmalar ve ödüller düzenler­ken, anıları kendisiyle de dalga geçerek aktarırken, dostlarını biraraya getiren yemekleri, gezileri yaşarken, bulunduğu her yeri ve her anı “işe yarar” kılmak için çaba harcarken duymak istediği ve duyduğunda mutlu olduğu, sonra bunu başkalarıyla paylaşırken bir kere daha duyduğu ve yine mutlu olduğu bir duy­gudur.
Aradan yıllar geçer sağ kalırsam, belki de, görüşemediğimiz uzunca dö­nemlerde bile geçmişe dönüp sevinçli acılı, keyifli tedirgin, korkulu umut dolu, şefkatli öfkeli, güven dolu kırgın, tutkulu bıkkın, karşılıklı hiç açıklanmamış sırların silinmez izler bıraktığı günlerin hayaline daldığımda dostluğumuzu iç­ten gülümseterek yeniden, ne olursa olsun yeniden canlandırıveren o unutması ne mümkün, kıskanıp arada bir taklit etmeye özendiğim, istediğinde bilimsel­liği keyife dönüştüren, en ciddi göründüğü anlarda kara mizahın üstadı kesilen yönüyle özleyeceğim Bülent’i, kimbilir?
“İşin amatörüyüm” dedi mi, bilin ki herkesin çok iyi biliyorum dediği bir konuyu bir başka basit ama bilinmeyen, üzerinde düşünülmemiş yönüyle ele almış, incelemiş, araştırmış, pişirmiş, kotarmış, anlatmasını keyifli hale getir­miş, bulgularını bizlerle paylaşmaya hazırlanıyordur. Yayınlandığı anda başucu kitabı oluveren düşünce özgürlüğüne ilişkin eserinde, aslında düşünceyi cende­reye sokmayı bilimsel marifet sayan o dönemin anlı şanlı profesörleri, doçent­leri, bilirkişileri ve bilumum üstatları ile bıyık altından gülerek hafiften dalga­sını geçer. Eğer Bülent’le beraber, bir akşam sofrasında, o günlerin üstatları üzerine çeşitlemeler yaparken “şair-i muazzam Abdülmunzam”ı yeni yorum­larla mizahın tükenmez zenginliklerine katmamışsanız bu dalga geçişin lezze­tine varamazsınız. Tüm üstatlar Aziz Nesin’in bir “kahramanı” olarak kahka­halarla anılır, düşünceyi sınırlamak için gösterdikleri “mizahi övgüye değer” bilimsel gayretleri Bülent’in yazdığı kitabın planına uygun sırada, kimi ciddi kimi güldüren eleştirilerle şöyle bir gözden geçirilir. “İnek gelir böğürür / boğa gider öğürür / şair de bunu görür / ne manzara, manzara!”. Birimizin önünde Aziz Nesin’in İnsanlar Uyanıyor’u, bir başkasının önünde Bülent’in üstatları­nın düşünce özgürlüğü üzerine katkıları (!), bir ondan, bir bundan okuyup gü­lerken düşünceyi hukukun hangi kavramları, hangi normları çerçevesinde dü­şünmemiz gerektiğini öğreniriz, derinleştirmezseniz bilimselmiş gibi görüne­bilen tuzakları belleriz. Bülent yazdığı esere ruhunu kattığını o akşam sofra­sında ilan etmiştir. Düşünüyorum da, eser ben dahil bir çok kişinin konuşmala­rında, yazılarında işlenilen ana fikrin en sağlam dayanağı olarak kullanıldı. Ki­tap yıllar boyu başucumda kaldı, her göz attığımda Bülent’in ruhunu duyumsa­dım. Acaba kaç kişi kitabın bilgiden öte yazarının keyfini de yansıttığını du­yumsayabildi ? Cumhurbaşkanı’nın, Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı o önemli konuşmasında baştan sona yararlandığı ve dayandığı belli olan kitabın yazarındaki keyfi sezip, Bülent’in ulaştığı ve bizlere sunduğu bilgi ile o süreçte duyduğu keyif arasındaki her an birini diğerine dönüştüren yaratıcılığı keşfetti­ğini söyleyebilmeyi ne kadar isterdim !
Bülent “İki Anayasa” başlıklı kitabı yazdı, okuduğumda bana düşün­düklerimi sordu. Ona, “bu kitapta senin ruhun yok, bana kasvetli geldi” dedi­ğimi hatırlıyorum. O kitabı bir daha okumadım, hiç bir zaman yararlanmak amacıyla da olsa el altında tutmadım. Bülent’in, içindeki bilgiler ne kadar de­ğerli ve önemli olursa olsun, belli keyifleri duyup paylaşmadan yazdığını dü­şündüğüm kitabı okurken hüzünlendim. “Kasvetli” dedim, belki o günlerde sık birlikte olamamanın hırçınlığıydı, belki “yedi lenger Mamıt pehlivan”ın lezze­tini bulamamışlığımdı.
Yetmişli yılların sonlarıydı sanırım. Bülent üzerinde çalıştığı araştırmayı tamamlamış, yayına hazırlamıştı. Neredeyse tamamını birlikte okuduk, yazı­lanları bir de dışarıdan, üçüncü göz gibi değerlendirdik. Yayınlansaydı o günle­rin düşünce hayatına ve siyasetine damgasını vuran bir çok öğretim üyesinin, siyasetçinin, düşünürün tepkisini çekecekti, gereksiz kırgınlıklara yol açabile­cekti. Hatırladığım, Bülent çalışmasında, “egemenlik kayıtsız şartsız milletin­dir” anlayışını “egemenlik kayıtsız şartsız Millet Meclisi’nindir”e dönüştürerek demokratik yapılanmayı tıkayan süreçi hazırlayan, resmi ideolojiye dönüştüren ve uygulayan “devlet adamları”nı; bu sürecin ürünü olarak beliren popülizmin sağdan ve soldan siyasetçilerini, bilim adamlarını, yazarlarını bir bir önümüz­den geçiriyordu. Yakın geçmişin ve o günlerin önemli isimleri, her biri bir alt başlık olarak “huzura çıkıyor”, saatler süren inanılmaz keyifli “oturumların gündemini” oluşturuyordu. Kitaba, üstatların resmi geçidine uyarak, “padişah­lar albümü” adını takmıştık. Çalışma yayınlanmadı. Bülent bir gün yayınlan­masını vasiyet ettiğini Öget’e ve bana bildirdi, odasında bulabileceğimiz yeri de gösterdi. Geçenlerde çalışmayı bulduk. Mehmet Alkan yayına hazırlıyor, umarım eser gün ışığına çıkar, kızan kızar, beğenen övgüler düzer, o olur bu olur, Bülent’in bu çalışmasını kitaplıklarımıza koyarız.
Sevgili Bülent….
Ölümünden sonra ardından yazdığım hiç kimse olmadı. Yazarken hüzün boğuyor insanı. Oysa anlatmak, en hoş anları senin anlatmak isteyeceğin gibi anlatmak…Cenevre günlerinde, gece benim yerime çalıştığın lokantadaki baş aşçının ertesi gün, “ arkadaşınız çok bilgili ve kibar, ama bir o kadar da düşü­nen biri, patatesleri soyarken de üzerinde çalıştığı konuyu düşünmüş olmalı, patatesler soyula soyula ufacık kalmışlar” diyerek yaptığı sevecen yorumu, se­nin aynı anda hem düşünen hem patates soyan kişiyi kendinden soyutlayıp tas­vir ederken aktardığın gibi anlatmak…. Adını Abdülrezzak demişti, senin zayıf noktanı keşfetmiş, ilgini kendisine odaklandırmış, gözaltında olduğumuz üç gün boyunca Yugoslavya’da başlayan antifaşist mücadelesini anlatmıştı. “Atı­yor !” dediğimizde, lise öğrencisiyken Yugoslavya’da geçirdiğin aylarda öğ­rendiğin sözcüklerle ülke coğrafyasına ve partizanlara, özellikle Tito’ya ilişkin tuzak sorulara aynı dilden verdiği yanıtlara inanarak “atmıyor, adam sıkı eski tüfeklerden” diye bizi de inandırmaya çalışmıştın. Üçüncü gün, Abdülrezzak kendini kovalayan faşist tanklarından üçünü saf dışı bıraktıktan sonra Yugos­lavya sahillerinden denize atlayıp nasıl İtalya’ya kadar gittiğini hikayelendiriyordu, o an “attığını” kabullenip “insaf ! Yugoslavya’dan İtalya’ya yüzerek mi gittin ?” diye çıkışmıştın, Abdülrezzak da “yüzdüğüm kadar yüzerim, sonra bir şilep gelir kaldığım yerden İtalya’ya kadar çekerek götürür” demişti. Hepimiz, Abdülrezzak’ın yanıtından çok senin üç gün so­nunda bu yanıt karşısında söyleyecek söz arayan yüzünün şaşkın ifadesine gülmüştük. Bu “göz altı hikayesini” senin arkadaş toplantılarında anlattığın lezzette anlatmak isterdim.
Cenevre günlerinde birlikte olduğumuz dostları yıllar sonra bir araya ge­tirerek yaşamımızın o kesitinden kalan anıları kahkahalarla anmayı çok istedin, olmadı. Bir araya gelebilseydik, herkes biliyor, en çok kendini hicvedecektin, kendin gibi anlatarak… Senin ölümünden sonra senin anına bir araya gelmek istedik, beceremedik. Becerseydik de hiçbirimiz o günleri senin anlatacağın gibi anlatamayacaktı.
Dostluğu derinden hissetmek, o dostu görebilme ihtimali kalmamışsa acı veriyor.


Bülent Tanör’ün arkadaşı, öğretim üyesi.
devamını oku >>
Serozan Rona
Bülent Tanör’e ağıt
 

Rona Serozan
Kişinin bir türlü kabullenemediği, inanamadığı, adeta “isyan edilesi bir olay”dı, adaletsiz bir ölümdü Bülent’in gözlerini temelli kapaması. Yaşam böyle­sine güzel bir insanı bu kadar erken terk etmemeliydi.
Dolu dolu geçen altmış iki yıla sığdırdıklarını, gerisinde bıraktıklarını, çoğu kişi bu sürenin birkaç katında üretemezdi. Ürünleriyle ve anılarıyla nice altmış iki yıllar boyu yaşayacaktır.
Bilim insanı özelliğinden başlayalım: Titiz araştırmacılığı ve yoğun üre­tici­liği benzersizdi. Olağanüstü çalışma disiplini ve parlak diyalektik zekası ortaya çok sayıda ve özgün “gerçek anlamıyla tezler” çıkarmıştır. Aynı za­manda parlak bir yazardı da; Türkçe’yi büyük bir ustalıkla kullanırdı. Bütün bilimsel çalışmalarında bilim etiğine asla toz kondurmadı. Her zaman kolayın yerine zoru yeğledi; iğneyle kuyu kazdı; lokmaları aslanın ağzından kopardı.
Hukukçu özelliğine bakalım: Her zaman keyfiliğin ve haksızlığın karşı­sında, her zaman haklıdan yana tavır alırdı Bülent. Gelişmiş hakkaniyet duygu­suyla, ya­şamı boyunca yalnız kendi haklarının değil, başkalarının haklarının da yılmaz sa­vunucusu oldu.
Hocalığına gelince: Öğrencilerinin gönlüne taht kurmuştu. İçtenliği, al­çak­gönüllülüğü ve parlak diksiyonu derslerini öylesine çekici kılmıştı ki öğren­cileri bu dersleri iple çeker olmuştu. Karşıt görüşlere karşı anlayışlı, hoşgörülü yaklaşımı en keskin muhaliflerini bile yakın izleyicisi konumuna getirmişti.
Bülent çok usta bir pedagogdu. Tüm öğrencilerini, sorgulayan, kuşkula­nan, tartışan kişiler olarak yetiştirmiştir.
Demokrat kişiliği özel olarak vurgulanmalı: Hoşlanmadığı, hatta karşı çıktığı görüşleri sonuna kadar dinlemekten ve onları tartışmaktan büyük zevk alırdı. Ül­kede özgürlükçü demokrasinin tüm oyun kurallarıyla işlerliği için harcadığı çaba asla unutulamaz.
Sanatçı özelliğine bakalım: Yalnız düşün dünyasının, doğruların, bilim­sel gerçeklerin insanı değil, aynı zamanda güzelliklerin insanıydı da Bülent. Tüm gü­zel sanatların, özellikle de klasik müziğin tutkunuydu. Müzeler, sergiler ve konser salonları kendilerinden vazgeçilmez mekanlar olmuştur Bülent için.
Hümanist özelliği aslında onun en belirgin özelliğiydi. Gerçekten de in­san sevgisi, güçsüzlerden yana insancıl yaklaşımı, arkadaş canlılığı, doğa tut­kusu, hay­van ve bitki sevgisi Bülent’in belki de en etkileyici özelliğiydi.
“Devrim” ise Bülent’in adeta ikinci adıydı. Emekten yana, özgürlükçü, de­mokratik, hakça bir düzen için nice değerini gözden çıkardı. Bunu da hiçbir zaman “mağduriyet edebiyatı” konusu yapmadı; hatta anmadı bile. Devrimcilik onun gö­zünde insan sıfatını taşıyanın doğal misyonuydu, insanın doğasının bütünleyici parçasıydı.
Savaşımcılık azmi de benzersizdi Bülent’in. Haksızlıklara karşı yürekli, yiğit bir savaşım verdi. Değerini takdir etmeyen ve onu Beyazıt’tan koparan Üniver­site’deki güçlere karşı da inanılmaz bir direnç gösterdi. Bülent’in bu direnişini kırmak için olmayacak çabalar harcayanlar oldu. Ama Bülent asla yılmadı. Başı dik, onurlu bir yürüyüşle ayrıldı Beyazıt’tan.
Bülent gönül alemi çok zengin insan olma özelliği ile de derin iz bırak­mıştır. O, en başta dostluğuyla, özverili ve paylaşımcı gönül zenginliğiyle unutulmaya­caktır. Bu pırıl pırıl insanın yolculuk, spor ve sofra arkadaşlığı kime nasip olduysa ne mutlu ona!
Bülent ömrü boyunca aile, dost, meslektaş, öğrenci çevresine ışık saçtı. Ay­dınlık içinde yatsın. Ailesi, dostları, meslektaşları, öğrencileri ve kendisin­den feyiz almış nice insan anısını daha nice altmış iki yıllar yaşatacaklardır.
 
 
 
 
 


İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi
devamını oku >>
Onur Öymen

Yurtsever bir bilim adamının ardından

 

Onur Öymen*

Arkasında büyük bir boşluk bırakarak aramızdan ayrılan Profesör Bülent Tanör’ün kişiliği, çalışmaları, eserleri hakkında çok şeyler yazıldı, söylendi. Kendisi bu söylenenleri fazlasıyla hak etmişti. Yurt içinde ve yurt dışında say­gınlık kazanmış bir bilim adamı, hukukun üstünlüğünün ve insan haklarının yılmaz bir savunucusu olan Bülent Tanör ülkemizin yetiştirdiği en değerli ay­dınlardan biriydi. Bülent Tanör aynı zamanda Atatürk ilkelerine yürekten bağlı gerçek bir yurtseverdi. Arkadaşları onun bu özelliğini daha okul yıllarında keş­fetmişlerdi.
Bülent Tanör benim ilkokul yıllarından beri çok yakın arkadaşımdı. On­daki yurt sevgisi, halk için fedakarlıkta bulunma duygusu daha o yıllarda ge­lişmişti. Babası Cahit Tanör çok değerli bir subaydı ve o tarihlerde Kore’deki Türk birliğinde görevliydi. Daha sonraki yıllarda Galatasaray Lisesinde asker­lik öğretmeni oldu. Bülent’in babasıyla niçin bu kadar iftihar ettiğini onu tanı­yınca daha çok anladık.
Lise yıllarında Bülent’le hemen hemen her gün yurt sorunlarını konuşur­duk. Yatakhanede yataklarımız yan yanaydı. Bazı geceler herkes uyuduktan sonra onunla saatlerce konuşur, o zamanki bilgilerimizin olanak verdiği ölçüde Türkiye’nin meselelerine çare arardık. O zaman da ülke gündemindeki en önemli sorunlardan biri Kıbrıs’tı. Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları Enosis hayalini gerçekleştirmek için her yola başvuruyorlardı. Kıbrıslı Türkler büyük baskılara, saldırılara maruz kalıyorlardı. Daha Londra ve Zürih Antlaşmaları imzalanma­mıştı. Onları mutlaka bu sıkıntılardan kurtarmak lazımdı. Ama nasıl? Bülent’le Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü ve can güvenliğini korumanın yollarını düşü­nürdük.
O yıllarda Türkiye’de demokrasi tam olarak işlemiyordu. Basın özgür­lüğü, yargı bağımsızlığı, tarafsız radyo gençlerin ve aydınların ortak özlemiydi. İşte biz Bülent’le bunları da konuşur, çareler bulmaya çalışırdık.O, hukukun üstünlüğü düşüncesine daha o yıllarda bağlandı. Hukuku daha sonra kendisine meslek seçti ve o alanda Türkiye’nin en önde gelen bilim adamlarından biri oldu.
Bütün bunları konuşuyorduk ama konuşmak yeterli değildi. Bir şeyler yapmalıydık. Bütün bu konularda milli duygular yüksek tutulmalıydı, bunun için gençlere de görev düştüğünü düşünüyorduk. O sıralarda Milliyet gazetesi Çanakkale’de bir şehitler anıtı yaptırılması için kampanya açtı. Bizim de bu çorbada tuzumuz olmalıydı. Bülent ve diğer birkaç arkadaşımızla birlikte Mil­liyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’yi ziyaret ettik. Bu kampan­yaya katılmak istiyorduk. Hiçbir karşılık beklemeden Milliyet gazetesini sata­cak ve bağış toplayacaktık. Galatasaray Lisesi öğrencileri olarak sokaklarda, vapurlarda hatta kapı kapı dolaşarak evlerde gazete satıp bağış topladık. Bülent bu hareketin öncülerinden biri oldu.
Lise yıllarımız bitmişti ama Türkiye için bir şeyler yapma arzumuz azalmamış, daha da artmıştı. 27 Mayıs devrimi bize bu fırsatı verdi. Ülkenin en büyük eksikliklerinden birinin eğitim alanında olduğunu düşündük. Birçok köyümüzde okul yoktu, öğretmen yoktu. Üniversite gençleri bu boşluğu dol­durmak için bir şeyler yapamazlar mıydı? O sırada Bülent İstanbul Hukuk Fa­kültesine girmişti, ben de Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyordum. 27 Mayısı izleyen günlerde İstanbul’da ve Ankara’da bir kampanya başlattık. Tatilimizi okulu olmayan köylerde geçirecek, çocuklara gönüllü olarak okuma yazma öğretecektik. 7000 üniversite öğrencisi bu kampanyaya katılmak için imza verdi. Basın toplantıları düzenleyerek bunu halka duyurduk.
Milli Eğitim Bakanı Mülkiye’den hocamız Prof. Fehmi Yavuz’du. Onu ziyaret ederek bu projemizi anlattık. Devletten hiçbir şey beklemiyorduk. Sa­dece bize okulsuz köyleri bildirmelerini ve bizi o köylere ulaştırmalarını istiyorduk. Fehmi Yavuz bu girişimimizden çok etkilendi, bize her türlü desteği sağlayacağını söyledi. Ama devletin olanakları kısıtlıydı. Bakanlığın alt kade­meleri ile konuştuğumuz zaman devletin bu projeyi desteklemek için hiçbir şey yapamayacağını anladık. 7000 kişilik eğitim seferberliği projesini gerçekleşti­remeyecektik. Ama bu bizi yıldırmadı. Bülent’le ikimiz bu işi sembolik olarak yapabilirdik.
Bülent Tanör’ün evi Beylerbeyi’ndeydi. Orada çalışanlardan okulsuz bir köyün ismini öğrendi. Sıvas’ın Alucra İlçesinin Yukarı Zaapa köyü okulsuzdu. Oraya hiç öğretmen atanmamıştı. O köye gitmeye karar verdik. Milli Eğitim­den ümidi kesince Genelkurmay Başkanlığına başvurduk. Bülent’in babasının arkadaşları bize yardımcı oldu. Sıvas’a kadar kendi olanaklarımızla gidersek bizi bir ciple köye yakın bir yere kadar götürebileceklerdi. Sıvas’a trenle gittik. Orada yerel yöneticiler ve öğretmenler bize çok ilgi gösterdiler. Öğretmen okulunda bir konferans verdik. Eğitim alanında bir seferberlik başlatmanın bütün gençler için bir ödev olduğunu anlatmaya çalıştık.
Daha sonra askeri bir ciple Yeşilırmak kenarına kadar gidebildik. Yol orada bitiyordu. Köye atla gidecektik. Başka çaresi yoktu. Bülent önceden ha­ber göndermişti. Köylüler bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bülent de ben de haya­tımızda hiç ata binmemiştik. Bizim için zor bir macera başlıyordu. At sırtında altı saatlik bir yolculuktan sonra köye vardık. Köy muhtarı Hüseyin Enişte bizi evinde konuk etti. Köylüler kendi olanakları ile küçük bir okul binası yapmış­lardı ama 1946 seçimlerinden önce Demokrat Parti adayları köylülerin yaptık­ları okullarda eğitim verilmeyeceğini söyleyince bu okulun bütün malzemesi sökülmüş ve o tarihten sonra da devlet okul yaptırmadığı için çocuklar eğitim görememişti.
Ertesi sabah bütün çocukları topladık. Yanımızda götürdüğümüz alfabe­lerden yararlanarak onlara okuma yazma öğretmeye başladık. Çok kısa za­manda hepsi okumayı öğrendi. İçlerinde Yunus isimli bir çocuk vardı. Babası hapisteydi. O herkesten önce öğreniyordu. İleri zekalı olduğu belliydi. Ancak, dünyası Yukarı Zaapa’yı çevreleyen dağlarla sınırlıydı. Radyoları yoktu. Tele­vizyon daha Türkiye’ye gelmemişti. Dağların ötesinde ne olduğunu bilmiyordu. Bir gün Bülent’e “Ağabey deniz mi büyüktür İstanbul mu? “ diye sormuştu. Bülent, Yunus’u İstanbul’a götürmeyi, orada okula yerleştirmeyi önerdi. Bu çocuk mutlaka eğitilmeliydi. Ama annesi izin vermedi. Yunus gi­derse davarları, koyunları kim güdecekti? Bülent yıllar sonra Yunus’la Beyler­beyi’nde karşılaştı. Artık İstanbul’u da denizi de görmüştü ama eğitim olanağı bulamamıştı. Beylerbeyi iskelesinde hamallık yapıyordu. Yunus’un öyküsü Bülent’i en çok üzen olaylardan biri oldu.
Yukarı Zaapa’da köylülerle birlikte yol yapımı için düzenlenen imece­lere katıldık. Onların çeşitli sorunlarına yardımcı olmaya çalıştık. Kış aylarında köye gelen bir şeyhin köylüleri hurafelerle kandırdığını ve köyün güzel bir kızını Şebinkarahisar’a kaçırdığını öğrendik. Ayrıca oradaki hastanede görev yapan bir operatörün yaşlı bir köylü kadını, Ünzüle teyzeyi, ameliyat etmekten “kaçındığı” söylendi. Biz köylülere yardım etmek için yola çıkmıştık. Bu so­runların üzerine gitmeliydik. Biz üniversite genciydik. Bütün sorunları çözebi­leceğimize inanıyorduk. Ünzüle teyzeyi bir atın sırtına yerleştirerek Şebinkara­hisar’a götürdük. Hastaneye yatırdık. Gene güçlük çıkartmaya kalktılar. Sağlık Bakanı Ragıp Üner’e bir telgraf çekerek durumu anlattık. Bakan duruma el koydu. Hasta kadın gerekli tedaviyi gördü. Bakan bize de bir kutlama mesajı gönderdi.
Daha sonra Yukarı Zaapa’da marifetlerini duyduğumuz Şeyhin kasaba­nın dışında bir evde yaşadığını öğrendik. Ziyaretçi kılığında onun evine gittik. Şeyh dedikleri ne yazık ki, eski bir öğretmendi. Köylüleri kandırarak geçimini sağlıyordu. Bize üzüm ikram edilmesini istedi. İkramı yapan, köyden kaçırdığı kızdı. Hemen bir fotoğrafını çektik ve Bülent’le birlikte evden hızla uzaklaştık. Bütün bu izlenimlerimizi Öncü Gazetesinde yayınladık. Sonradan öğrendiği­mize göre kız kurtarılmış ve ailesine kavuşmuştu.
Yukarı Zaapa her ikimiz için de büyük bir deney oldu. Ülkenin koşulla­rını, köylünün yaşadığı sıkıntıları yerinde görmüş, bu fakir ama sağduyulu, fedakar halkın içinde yaşamaktan büyük bir mutluluk duymuştuk. Biz köyden ayrılırken Muhtar Hüseyin Enişte büyük kentlere dönünce bu sorunları unuta­cağımızı söylemişti. Ama unutmadık. Bülent’le her buluşmamızda bu anıları yaşattık. İkimizin hayatında da Yukarı Zaapa günleri derin izler bıraktı.
Ondan iki yıl sonra gene Bülent’le birlikte Kars’ın Tuzluca ilçesine git­tik. Kadirli’nin efsanevi Kaymakamı Mehmet Can ağaların baskısıyla Tuz­luca’ya sürülmüştü. Ona destek olmalıydık. Bu defaki gezimize şimdi Profesör olan Cem Eroğul ile şimdi Büyükelçi olan Erdim Tüzel de katıldı. Mehmet Can’ın halkla beraber orada gerçekleştirdiği toplum kalkınması projelerini hay­ranlıkla izledik. 84 köyü olan Tuzluca’nın sadece dört köyüne vasıtayla gidile­biliyordu. Diğer köylerin yolu yoktu. Mehmet Can büyük bir imece seferberliği başlatmıştı. Her köye yol yapılıyordu. Biz de Bülent’le beraber Çiçekli köyüne yerleştik. Orada da imecelere katıldık, halka, çocuklara yardımcı olmaya çalış­tık. Köydeki bilgi birikimi Yukarı Zaapa’yı da aratacak düzeydeydi. Yaşlılar bize “Tahta kimin çıktığını” soruyorlardı. Köyde açlık ve kuraklık vardı. Gene de bize mükemmel bir ev sahipliği yaptılar. Orada da çok şey öğrendik. Daha sonra bütün Doğu ve Güney Doğu Anadolu’yu gezerek İstanbul’a döndük.
Bütün bu geziler sırasında Bülent’le arkadaşlığımız büsbütün kökleşti. Onun yurtseverliğini, halkın sorunlarına ilgisini, ülke için fedakarca çalışmasını yerinde gördüm. Bülent Tanör daha sonraki yıllarda bir bilim adamı olarak çok değerli eserler verdi. Unutulmayacak çalışmalar yaptı, binlerce öğrenci yetiş­tirdi. Defalarca Anadolu’nun en uzak yörelerini ziyaret etti. Halkla ilişkisini hiç kesmedi. Değerli eşi Öget’in desteği ile hem bilime hem de toplum yaşamına büyük katkılarda bulundu. Cesareti, yüksek irade gücü ve insanlık sevgisiyle bütün arkadaşları ve çevresi için esin kaynağı oldu. Bülent Tanör Türkiye’ye unutulmayacak bir zenginlik kattı. Onun gibi bir aydını yetiştirmiş olmak ül­kemiz için daima bir gurur kaynağı olacak.
 


* Bülent Tanör’ün arkadaşı, emekli diplomat

devamını oku >>
Sadun Ersin

Bir Bozcaada yolculuğu

Yeğenim Bülent Tanör bir doğa tutkunu idi. Benim kulübe olarak ta­nımladığım Bozcaada'daki yazlık evime birlikte gitmeğe karar verdik. Sanırım 1979 yılının mart ayında idik. O yıllarda ada, olanakları açısın­dan çok geri du­rumda idi. Ulaşım zordu. Dar ve de bozuk toprak yollar ada içindeki ulaşımı daha da zorlaştırıyordu. Bulunduğumuz taraf mer­keze yedi kilometre uzaklıkta idi. Evde elektrik ve akar su yoktu. Gaz lambaları ile aydınlanıyor, taşıma su ile yetiniyorduk.
İstanbul'dan erken bir saatte yola çıkarak adanın karşı sahilindeki "Odun İskelesi"ne vardık. Arabamı iskele alanında bırakmak zorunda idim. O yıllarda adaya gemi çalışmıyordu. Kurt denizci Yakar Kaptan'ın motoru ile fırtınalı bir denizi aşarak karaya çıktık. Ada içindeki ulaşım için bir tane motorlu araç vardı. O da Hacı Süleyman'ın "Moskoviç" marka Sovyet yapımı çok eski ve de frenleri bile tutmayan bir oto idi. Onunla yola koyulduk, ancak şoförümüz bizi evimize oldukça uzak olan bir tepe üzerinde indirdi. Adam işini iyi biliyor, çevre koşullarını ve ara­basının durumunu gözardı etmiyordu. Çünkü, yokuş aşağı inemezdi. Ay­rıca yol yağan yağmurdan testici kili kadar kaygan durum­daydı. Bülent hiç şikayetçi gözükmüyordu. Belki de, kent yaşamından uzakta ve çev­remizi saran üzüm bağları arasında, sessiz ve de dingin bir ortam onun özlemiydi. Sonunda, sırtımızda çantalarımız, yağan yağmur altında eve ulaştık. Evde ısınmak için ocağı yakmamız gerekiyordu. Sanki bir eve değil, buzdola­bına girmiştik. Yazın toplayıp biriktirdiğim odun ve çalı­ları ocağa yerleştirdim. "Merak etme Bülentciğim, biraz sonra ocağın karşısında keyif yapacağız" diye­rek umutlanıyordum. Odunların üzerine kolay tutuşsun diye biraz gazyağı döktüm ve kibriti çaktım. Biraz sonra düş kırıklığına uğradık, çünkü fırtına o kadar artmıştı ki bütün duman ters tepmiş ve evin içini doldurmuştu. Buzdola­bından kurtulmayı düşler­ken, daha beteri kendimizi bir "gaz odasında" bulduk. Bülent "Dayı, gel şu kapı ve pencereleri açalım da önce dumandan kurtulalım" dedi. Öyle yaptık. Kamçı gibi bir rüzgar dumana anaforlar yaptırarak evin içine daldı. Dumandan kurtulduk ama ocağı yakamadığımız için soğuktan kurtula­madık. Bu durumda ısınmak için tek seçenek kalmıştı. Konyak ve şarap. Yanı­mızda getirdiğimiz yiyecekler ile karnımızı doyurduk ve kendimize geldik. Bir süre sohbet ettikten sonra yataklarımıza girdik. Yazlık bir evde ne bulduysak uyumaya çalıştık. Gece soğuğun giderek arttığını hissediyordum. Sanki üze­rimdeki örtüler hafiflemiş gibiydi. Ne­fesimi örtülerin altına üfleyerek ısınmaya çalışıyordum. Herhalde Bülent de aynı durumdaydı. Ancak hiç şikayetçi de­ğildi. Böylece sabahı ettik. Bir de ne görelim? Gece yağan kar ile çevremiz bembeyaz olmuştu. Bu Bozcaada için olağanüstü bir durumdu. Gece o kadar üşümemizin nedeni de yağan kardı. Bu sürpriz hoşumuza bile gitmişti. Neyse ki mutfakta tüp gazımız vardı. Demli bir çay yapıp kahvaltı ettikten sonra ev­den çık­tık. Hacı Süleyman'ın bir kilometre kadar uzaklıktaki arabasına çamur­lara bata çıka vardık. Dönüşümüz daha kolay oldu. Zorluklarına karşın, bu kısa gezintiden Bülent de ben de memnunduk ve de mutluyduk.
Bir ders nasıl verilir!?
1997 yılında Yeditepe Üniversitesinin Büyükada'daki Güzel Sa­natlar Fa­kültesi Dekanlığı görevini üstlendim. Fakülte yeni kurulmuş ol­duğundan, bir önceki ders yılında ancak temel dersler ve uzmanlık bö­lümlerinde genel bir eğitim yapılmıştı. Önümüzdeki akademik yılda, sa­yıları on kadar olan uzman­lıklara ilişkin her şeyin planlanması ve ola­naklarının sağlanması gerekmek­teydi. Her bölümün kendine özgü eği­tim, öğretim planları ile, öğretim üyeleri kadrolarının hızla oluşturulması gerekiyordu. Yasa gereği; yüksek öğretimde "Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi" dersinin de okutulması zorunluydu.
Bülentin bu tema üzerinde araştırmaları olduğunu biliyordum. İs­tanbul Üniversitesinde bu dersi vermekte idi ve de, konuyu derinliğine ve genişliğine bilen bir bilim adamıydı. Fakültemizde de bu dersi üst­lenmesini rica ettim. Bülent "Dayı, iki üniversiteden bu yönde istekte bulundular. Olumlu yanıt ve­remedim. Ancak senin bu isteğini geri çevi­remem" diyerek dersi vermeğe razı oldu.
Rektörün onayını aldıktan sonra Bülent öğretim yılı başında göre­vine başladı. İlk dersin yapılacağı anfiye götürdüm ve öğrencilere tanıt­tım. Onun niteliklerini anlattım. Böyle değerli bir bilim adamının öğren­cileri olarak ondan yararlanmalarını öğütledim. Başarılı çalışmalar dile­yerek ayrıldım. Bülent'i tanıyanlar, onun derslerinin ne kadar ilgi çekici olduğunu ve aktif bir yöntem uyguladığını bilirler. Öğrencilerin dinleyip not almaktan öte, soru-cevap tartış­maları ile konuyu irdelemeleri ve de düşüncelerini çok boyutlu olarak geliştir­meleri amaçlanırdı. Bu yaklaşı­mıyla Bülent, yeni öğrencilerinin de bu aktif yönteme uymalarını bekle­miş, onlara bazı ödevler vermişti. Birkaç ders sonra bana gelerek "Dayı. Ben dersi bıraktım. Bu öğrencilerin lisedeki yetişme dü­zeyleri ve derse olan ilgisizlikleri nedeniyle devam etmem olanaksızdı." diye­rek görevini sürdüremeyeceğini bildirdi. Onun ilkelerine ödünsüz bağlı oldu­ğunu bil­diğimden, hiçbir girişimde bulunmayarak, ancak üzülerek aldığı ay­rılma kararını saygıyla karşıladım. Eğitici olarak bu davranışıyla -bana göre çok anlamlı olan- bir ders vermişti. ONU SEVGİYLE ANIYORUM.
devamını oku >>
Sevim Tanör

Sevim Tanör

Bülent benim oğlum, arkadaşım, en iyi dostumdu, tam 47 yıl bera­berce bu güzel sevgi dolu, anlayış ve hoş görü dolu yılları yaşadık.
Onu ilk tanıdığımda 16 yaşındaydı, babası benimle evlendiği için biraz buruk ve uzaktı... O yaz Manisa'ya bağa geldi, Ali yeni doğmuştu, uzun boylu konuştuk ve birbirimizi çok anlayıp sevdik ve bu sonuna ka­dar devam etti, o yazı hiç unutamam, bağ, bahçe arasında ne çok dert­leşmiş ve sonunda tam dost olmuştuk.
Senelerce o Galatasaray'da, biz önce Belgrad'da sonra Ankara'da mek­tuplaştık, ne yazık ki hep sakladığım o mektupları boyuna ev değiş­tirdiğimiz için olacak bir türlü bulamıyorum.
Yazları Belgrad'a gelirdi, çok güzel vakit geçirirdik, sanırım ilk aşkını orada yaşadı ve bizimle mutluluğunu paylaştı. Rayna (arkadaşı) eve de gelirdi, ben Sırpçayı çabuk öğrendiğim için anlaşmamız kolay oluyordu ve beraber ge­ziler yapıyorduk. Bülent kardeşlerini de çok se­ver, yardımcı olurdu, zira evde 4 çocuk vardı. Özellikle Fatmagül'ü çok severdi, hiç unutamadığım bir anım da şudur. Babaları yazın çadırla uzun bir Avrupa gezisi planlıyordu. Ali bir buçuk Fatmagül 8 yaşın­daydı, küçükleri almayalım dedi, zira evde çok güvenilir bir bakıcımız vardı, Bülent hemen itiraz etti. Fatmagül gelmezse ben de gelmem dedi ve tabii hep beraber yola çıktık. Kardeşlerini daima çok sevip kollardı, yine bir tatilde Slovenya'ya Bled'e gitmiştik, çok güzel bir otelde kalıyor ve et­rafı geziyorduk, içinden dere akan bir mağaraya geldik, hepsi gir­diler, Ali kü­çük olduğu için ben dışarıda kaldım, o hemen döndü Ali'yi omuzlarına aldı ve beraberce o güzelim yolu geçtik. Bütün bunlar basit şeyler gibi gelebilir, bence kişinin iç yapısını oluşturur.
Annem çok akıllı bir kadındı ve Bülent'i çok severdi, birgün bana "akıllı insanların iyi olabilmeleri zordur, bu çocuk onlardan biri" demişti, bunu ne çok hatırladığımı bilemezsiniz.
Annesine ve babasına da çok düşkündü, anne yalnız olduğu için hep onun için endişelenirdi, bizim iki annelerin dost olmamız birbirimizi sevmemiz onu çok mutlu ederdi, ona bu mutluluğu ve iç rahatlığını ve­rebildiğim için se­viniyorum, sonunda da onu iki anne elele yolcu ettik.
Bülent uzun ömrüm boyunca tanıdığım en mükemmel insandı, yazları Öget'le Foça'ya gelirler, tatil yaparlardı, yüzmeyi, yürümeyi çok sever, sahil boyunca bütün çöpleri toplar, Foça sakinlerini utandırırdı, her yerde her vesi­leyle devamlı okurdu, ev yemeklerini severdi, onları zevkle hazırlardım, fakat mangal yakmak, ızgara yapmak onun işiydi. Yaşamaktan zevk almasını bildiği için çok mutluyum ve onu çok özlüyorum; ruhu hoşluklarla dolu olsun.


BülentTanör’ün ikinci annesi.
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013