Ali Tanör
<< Geri

Ağabeyim Bülent Tanör

 
M. Ali Tanör*
İstanbul, Temmuz 2004
Bülent ağabeyim hakkında yazı yazmak bana çok zor geldi. Öget, anı kita­bından bahsedince ben de hemen üstüne balıklama atlayıp yazarım de­miştim. Son­raları ise ağabeyimle ilgili bir yazı yazmanın ne kadar zor oldu­ğunu anladım. Anı­lar bir bir aklıma geliyor ama bir türlü kağıda dökemiyordum. Kendimce kronolo­jik şekilde ağabeyimle ilgili bana ilginç gelen anılarımı ve son yıllarda özellikle hastalığı ve İ.Ü. Rektörü ile ilgili yasal süreç içindeki ta­vırları ve olaylara bakışını anlatmak istedim.
Bülent ağabeyim benden 17 yaş büyüktü. Yaş farkından dolayı ço­cuklu­ğumda ağabeyime pek yakın olduğumu söyleyemem. O zaten İstan­bul’da bizler ise Ankara’da idik. Tatillerde Ankara’ya geldiğinde onu görü­yordum ve o da doğal olarak vaktinin çoğunu annem ve babam ile geçiri­yordu. Doğduğum sene babam Yugoslavya’ya askeri ataşe olarak tayin ol­muş. Belgrad’a ağabeyim Reha ve ablam Fatmagül ile beraber gitmişiz. Bülent ağabeyim yazın bizleri ziyarete gelmiş ve hep beraber tatile çıkmışız. Ağabeyimin yıllarca her fırsatta bana söylediği “Seni saatlerce sırtımda ta­şıdım” dı. Anneme göre şimdiki Slovenya sınırlarındaki Bled’de bir vadi yürüyüşünde olmuş bu olay. O za­manlar 2 yaşımda filan olmama rağmen kilomdan dolayı beni taşıma cesaretini bir tek o gösterebilmiş. Ağabeyimi ilk 4 yaşındayken hatırlıyorum. O zamanlar Ankara’da 1. Caddede bahçeli bir evde kiracı idik ve evimizin iki yan tarafında da komşularımız Amerikalı idi (Tuslog , AID vs. den dolayı Amerikalıların çok yoğun olduğu yıllardı ). Ağabeyim Üniver­siteyi bitirmiş Hukuk Fakültesinde asistan olarak çalış­maya başlamıştı. Ankara’ya bizleri ziyarete geldi. Ben kü­çüklüğümde ol­dukça yaramaz ve haşarı bir çocukmu­şum. Yan bahçedeki çocukları bahçe dışından seyrederken kafamı demir parmak­lıklardan içeri ge­çirmişim ve annemin tabiri ile kepçe kulaklarımdan dolayı kafamı dışarı çıka­ramamışım. Tabii ki bağırıyorum, ağlıyorum ve bu arada Amerikalı komşunun köpeği beni tombul bacağımdan ısırmış. Annem beni kurtardıktan sonra Bülent ağabeyim bacağıma tentürdiyot sürmüştü . Oldukça fazla ve vargücümle bağı­rıp, çağırmış ve nahoş sözler söylemişim. Tabii uzun bir zaman ağabe­yimi hoş bir şekilde hatırlamadığımı söyleyebilirim.
Daha sonraki yıllar ağabeyimle Ankara’ya geldikçe görüşebiliyorduk. İstan­bul’a gittiğimizde otelde kaldığımız için ağabeyimi yine o kadar sık göre­miyordum. Ta ki orta okula başladığım sene annem ve babam, ağabe­yimin de ısrarı ile beni ağabeyimlere bırakmış ve Beylerbeyi’nde ağabeyim ve o za­manki eşi Ayla ile tam üç gün geçirmiştim. Yetmişli yıllarda yanlış anımsamı­yorsam ağabe­yim Üniversite Asistanlar Sendikasının İstanbul baş­kanı idi ve Üniversite’den uzaklaştırılma cezası isteniyordu. O yaz yine İs­tanbul’da idik, bu sefer annesi Sabahat teyze ile beni ağabeyim Erdeğe gö­türdü. Orda bir hafta bir motelde kaldık, ben Sabahat teyze ile denize girer­ken o savunmasını hazır­lıyordu. Bir hafta bo­yunca bir gün kağıtlarından ba­şını kaldırmış, günü birlik beni Avşa adasına götür­müştü.
Daha sonra 12 Mart Muhtırası sonrası ağabeyim yurt dışına çıkacak yine uzun bir zaman onu göremeyecektim. Bu arada başıma gelen ilginç bir anımı anla­tayım: 1990’lı yılların başı idi. Atatürk havalimanında Paris uça­ğına binmiştim. İş nedeni ile çok seyahat ettiğimden biletim ekonomik sınıf olma­sına rağmen THY personeli bana Business Class’ta yer vermişti. O ara içeri kalabalık bir grup Yaşar Kemal ile girdi ve Yaşar Kemal’i tam benim hizamda sol taraftaki koltuğa oturttu­lar. Körükten devamlı resmi insanlar- tahminim Adanalı’lar girmekte ve Yaşar Kemal’in elini öpmekteydiler. Ya­şar Kemal’de el öpenleri kutsayan bir din görev­lisi gibi “Berhudar olun” filan diyordu. Daha sonra uçak havalandı. Yaşar Kemal emniyet kemerini çözmekte zorlanınca ye­rimden kalkıp ona yardım ettim. O da bana “Sağol Gardaş” dedi. Ben de kos­koca yazar Yaşar Kemal ile nasıl konuşabi­leceğimi düşünürken “efendim ben Bülent Tanör’ün kardeşiyim” dedim. Yaşar Ke­mal’in cevabi ise “Ulan deyyus bana Bülent Tanör’ün kardeşiyim diyece­ğine Cahit Abi’nin oğluyum desene” idi. Sonra Bülent ağabeyimin kaçak güreştiğinden, Öget’ten, ilk eşi Ayla’dan, ablam Fatmagül, o zaman hayatta olan kuzenim rah­metli Yavuz Gökmen’den ve Yavuz’un ilk eşi Füsun’dan bahsettikçe ben donaka­lıyordum. Sanki televiz­yonda seyrettiğimiz ‘İşte Ha­yatınız’ programından kesitler sunuyordu. Tüm aileyi tanıyordu. Yaşar Ke­mal’in dikkatine ve detaylardaki bilgi­sine inanama­mış gelince tabii ki ağa­beyime , babama kısaca herkese bu olayı an­latmıştım.
“Kaçak Güreş” hikayesi ise çok ilginçti. Bunu sonra ağabeyimden din­lemiş­tim. Ağabeyim 12 Mart günlerinde gözaltına alınıyor ve Davutağa kışla­sında sor­gulanmasını bekliyormuş. Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün karşı­sına çıkarılmış. Türün ağabeyimi biraz haşlamış ve ba­bamın arkadaşı olduğunu filan söyleyerek Askeri Savcılığa göndermiş. Aynı gün ağa­beyimin ifadesi alın­dıktan sonra da akşam geç saatlerde serbest bı­rakılmış. Sokağa çıkma yasağı ol­duğu için doğruca Yücel Sayman!ın evine gitmiş. As­kerlerin o gece de Yücel Sayman’ı alacakları tutuyor. Evde ağa­beyim de oldu­ğundan onu da tekrar gözaltına almışlar ve Davutağa Kışla­sına götürmüşler. İfade için sırası gelene kadar koğuşta Yaşar Kemal ile tek­rar 3-4 gün geçirmiş. Bir kaç gün sonra ağabeyim tekrar aynı savcıya çıka­rılınca, savcı oldukça şa­şırmış. Durum açıklanınca ağabeyim tekrar salın­mış. Yaşar Kemal de o ara hep kışlada gözetim altında olduğundan, ağabe­yime kaçak güreşiyor demekteymiş. Babamla olan tanışlığının da T.İ.P’in meşhur Malatya kongresinde başladığını öğrenecektim.
Ağabeyim 12 Mart sonrasında sürgün ve kaçak yıllarının büyük ve son kıs­mını İsviçre’de geçirmiş ve 1974 yılında da Cenevre’de Öget ile ev­lenmişti. Ece­vit’in meşhur affı sonrası Türkiye’ye dönmüştü ve dönüşünde ben artık epeyce bü­yümüş, üniversite öğrencisi olmuştum. Ağabeyim’le gerçek anlamda yakınlığım üniversite yıllarında başladı. Anarşinin kol gez­diği 1974-1979 yıl­ları arasında hepimiz birbirimizden endişelenirdik. Benim okulum da anarşi ve terörden nasibini almıştı ve derslere kolay kolay giremiyordum. İstanbul’daki terör, hele öğretim üyelerine yapılanlar bizleri ağabeyim hakkında hep tedirgin ediyordu. Sevgili Ser­ver abinin vurulma­sından sonra da tüm ailenin endişeleri had safhada idi. Yıllar geçip hiç sene kaybetmeden, telafi eğitimleri gibi ampi­rik eğitimlerle Ankara Üni­versitesi Veteriner Fakültesini 1979 yazında bitirip, 15 gün sonra sonra İngiltere’ye gidip Newcastle Üniversitesinde yüksek lisans çalışmalarına başlamıştım. Ertesi yıl 12 Eylül darbesi yapılmıştı. Ve ağabeyim galiba Paris’teki Hukuk Fakültesin­den bir yıllık davet almıştı ve Paris’teydi. Öget doktora tezini yazmak üzere İstan­bul’da kalmıştı. Aynı yıl Aralık ayında da Lisans üstü eğitimimi tamamlıyordum. Mezuniyet törenime annem ve ba­bam da katıla­caktı. Ben tez sunumumdan sonra Aralık ayında iki haftalığına İzmir’e dönmüştüm. Babam İngiltere öncesi Fransa’ya da gider, Bülent’i ziya­ret ederiz dedi. Babam ağabeyimle telefonla konuşarak onun da bizimle İngil­tere’ye gelip mezuniyet törenime katılmasını istediğini söyledi.. Hatta Newcastle’dan sonra İskoçya’ya turistik bir gezi yapmaya karar verdik. O sı­ralar dayım Budapeşte’de Büyükelçi idi. Önce Budapeşte’ye uçup 3-4 gün da­yımı ziyaret ettikten sonra oradan Paris’e uçtuk. Ağabeyim Charles de Gaulle havaala­nında bizi karşıladı. Bavullarımızı aldıktan sonra kiraladığı­mız arabayla Paris’e doğru yol almaya başladık. Arabayı ben kullanıyor­dum. Biz bir türlü Champs Elyses’deki otelimize gidemiyorduk. Çevre yo­lunda devamlı turluyor­duk. Eyfel kulesi ise hep yön değiştiriyordu. Ağabe­yim bir türlü şehre sokamı­yordu bizi. Ga­yet soğukkanlı bir şekilde “Ben Pa­ris’i metro ile bilirim yer üstünden değil” de­yince, babam önümüzde seyre­den taksiyi durdurup şoföre adresi verdi ve ben tak­siyi takip ederek otele vardık. Babamın söylediği ikinci cümle ise arabayı kasdederek “İade et şu mendeburu” olmuştu.
Paris’te ikinci anım ise şöyle: O tarihteki Paris Ticaret Ataşesi’nin eşi anne­min yakın arkadaşının kardeşi idi. Tabii ki Ataşe arandı ve bizler ertesi akşam on­ları ziyarete gittik. Öğleden sonra Paris’te gezerken Ağabeyim Jardin de Luxembourg yakınlarında küçük bir sinemada çok güzel bir Türk filminin oynadı­ğını söyleyerek bizleri oraya götürmek istediğini söyledi. Kendisinin daha evvel seyretmiş olduğu film Türkan Şoray’ın Hazal filmi idi. Akşam bir tanıdıklara ye­meğe davetli olduğumuzdan annem kuaföre gideceğini bahane ederek bizlerle si­nemaya gelmedi. Sinemada ben ve ba­bamın kıyafeti oldukça komikti. Ben Ocak ayında İngiltere’den doktora için Kanada’ya gideceğimden üzerimde kuzu postu, babamda da deve tüyü bir palto vardı. Her ikimiz de Ma­caristan’dan kalpak almış­tık. Benim kalpağım tilki, babamınki de vizondu. Babam kalpağını giyerek daha Budapeşte’de iken kronik sağcı olan dayımı “Oğuz Kosigin’e benzedim mi” diye kızdırı­yordu. Biz o halde küçücük sine­maya gittik. Ağabeyim sağıma, babam da soluma oturdular. Sinemada 12 Ey­lül’den kaçan insanlar ve mülteciler de bulun­makta sinema kapısında bildiri dağıtmaktaydılar. Film başladı ve Tür­kan Şoray meşhur ağıtını feryat figan söyleyince babam kendini tutamadı ve söylenmeye başladı “Sen kalk Paris’e gel ve tıkıl bir sinemaya ve bunu sey­ret” diye söylenmeye başladı. Ağabeyime olan sevgisinden de sinemanın sonuna kadar da sabretti. Si­nema sonrası da “ne sosyal içerikli filmdi” diye ağabeyimle alay etmeye başladı. Ağabeyim baba­mın şakasını anlamamış, sinemayı beğendiği için çok sevinçliydi. Babam si­nemaya gelmeyen an­neme de aklından dolayı övgülerde bulunuyordu.
Ağabeyimle ilgili diğer bir anım da tam onun kişiliğini anlatmaktadır. Öget ile doğum günlerimiz aynı güne rastladığından sanırım 1987 yılı yazı idi, doğum günümüzü Mülkiyeliler Birliğinin Kuruçeşme’deki tesisinde kutladık. Annem ba­bam İzmir’den İstanbul’ gelmişti. Fatmagül Ankara’dan gelmiş Ağabeyimlerde kalıyordu. Nermin teyzem de Ankara’dan gelmiş oğlu Hurşit’te kalıyordu. Onları da davet edip keyifli bir yemek yiyerek do­ğum günümüzü kutladık. Yemek so­nunda lokalden üç ayrı araba ile ayrıl­dık. Ortaköy’de Pfizer ilaç fabrikası önünde polis alkol muayenesi yap­makta idi. Hurşit deneyimli bir İstanbul şoförü olarak sıraya hiç girmeyip sağdan geçerek alkol muayenesinden kurtulmuştu. Ben Hurşit kadar atak davranamadım ve polislerin ikazı ile dur­dum. Arabada annem ve babam vardı ve doğal olarak herkes suskun vaziyette olacakları bekliyordu. Ara­baya yak­laşan Polise hekim olduğumu söyledim ve görevli memur da alkolmetreyi üflettir­meden yoluma devam etmemi söyledi. Tabii komedi arkadaki arabada meşhur kır­mızı Vosvos’ta kopuyordu. Öget Çapa’da gö­revli olduğunu söyleyemediği gibi alkolmetreyi üfleyip alkollü çıktığında görevli polis “Abla iyi içmişsin” gibi laubali bir tavır sergilemiş. Ağabeyim müdahale edip kendisinin de üfleyip üflemeyeceğini sorunca, polis alkolmetreyi ağabeyime uzatmış ve ağabeyimde alkol bulunmamış. Bunun üze­rine ağabeyim cihazın bozuk olduğunu, kendisinin hukukçu olduğunu ve içki aldığı için arabayı eşinin kullandığını, eşinin de Çapa’da çalıştığını söyleyince memur “Abi desene yenge doktor, biz doktorlara ceza yazmayız” deyince ağa­be­yimin reaksiyonu çok kesin olmuş; “Hayır katiyyen olmaz, özel muamele istemiyoruz ceza yazacaksınız” diye polise çıkışmış. Öget ve arkada oturan Fatmagül bir türlü ağabeyimi ikna edememişler ve polis ceza yazdıktan sonra Öget’in kulağına eğilip “Yenge hakikaten abim iyi içmiş” demiş.

Ağabeyimin Hastalığı

Babam İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde prostat ameli­yatı ol­muştu. Ameliyat sonrası alınan parçada kanser teşhisi konmuş ama yaşı ge­reği, hormon tedavisi dışında herhangi bir kanser tedavisi uygulan­mamıştı. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanı Prof. Dr. Atıf Akdaş da Hacettepe kökenli Üro­loji Profesörü idi. Ayni zamanda Ankara Kolejliler derneğinde yönetim kurulunda üye idi. Hurşit ve yakın arkadaşım Dr. Ah­met Temel vası­tası ile de kendisi ile tanışıklığım vardı. Prostat kanseri ko­nusunda da dünyaca çok saygın bir isme sahip olduğunu arkadaşlarımdan hep işitiyordum. Babamın hastalığını, tedavisini ve sey­rini onunla paylaşı­yordum.
Ağabeyimin hastalığı şans eseri ortaya çıkmış - herhangi bir şikayeti ol­ma­dan. Çapa’da Nöroloji Ana bilim Dalı toplantısında 40 yaşını aşkın her erkeğin PSA testi yaptırması gerekir tartışmasından sonra Öget ağabeyimi kan vermeye zorlamış ve Antijen miktarı skalanın üstünde çıkmış. Tabii yo­ğun tetkiklerle hasta­lığın kemiklere de sıçradığı görülmüş. Ben o sırada hastalığı Öget’ten öğrendim. Olayı babamdan saklama kararı aldık. Lise’den sınıf arka­daşım Ali Özsoy ile aynı sitede oturmaktayız. Kayınpederi Hacet­tepe Üniver­sitesi Üroloji Ana bilim Dalı Profesörlerinden Doğan Remzi de şans eseri Ali’lerde kalıyordu. Hemen Ağabe­yim ve Öget’e haber vererek tüm tetkikleri alıp Ali ve Billur’a gidip, Doğan hoca’ya durumu anlattık. Doğan amca rapor­ları inceledikten sonra “ben olsam he­men ABD’ye gide­rim” dedi. Ağabeyim “ya gitmezsem” deyince de Doğan Amca “Atıf’a gide­rim” demişti. Öget de biraz araştırma yaptıktan sonra ben de ağırlığımı ko­yup ağabeyimin tedavisini Marmara Üniversitesinde Professör Atıf Akdaş’ın kontrolünde başlattık.
TÜSİAD raporunun yayınlanması o günlere denk gelmekte idi. Ağa­be­yim epey şimşekleri üzerine çekmişti. Atıf bey ekibi ile ABD’de ne uy­gulanı­yorsa onu uyguluyordu. Önce tipik hormon tedavileri sonra da kemo­terapiler. Ağabeyim hiç bir zaman soru sormayıp uysal çocuk gibi tedavileri hiç aksat­mıyordu. Öget’in ilaç saatleri konusundaki obsesifliğini de unut­mayayım. Öget’in yokluğunda ilaçları benim vermem gerektiğinde korkum­dan saat alar­mını kurup tam zamanında ilaçları içmesini sağlıyordum. Çünkü Öget telefon edip, ağabeyimin ilaçları saatinde alıp almadığını kont­rol ediyordu. Ağabeyi­min damarları zor bulunduğundan serum takılırken oldukça hırpalanıyordu. Kemoterapi aldığı günler Atıf abi biraz alkol alma­sına da ses çıkarmıyordu. Ekip biraz sulandırılmış kemoterapi uyguladığını ağabeyime söylediğinde, o da hemen tedaviye “Yumoş” adını takmıştı.
İki haftada bir hastahanede özel oda bulabilmek için Marmara Tıp’taki tüm arkadaşlarım seferber olmaktaydılar. Özel katın hemşiresi Fikriye ha­nımla da nerde ise akraba olacaktık. Ağabeyim hastalığı boyunca akıl almaz müca­dele verdi. Ağabeyimin tipindeki hastalara çoğunlukla 2.5 yıl gibi bir yaşam süresi veriyordu hekimleri. Ağabeyim önce hekimine müthiş güvendi ve hiç bir zaman başka bir konsültasyon almaya gerek duymadı. Hastalığı sırasında de­falarca yurt dışına git­mesine rağmen bir kere bile bir başka bir doktora gidip muayene olmadı. Atıf Abinin part time’a geçmesinden sonra aynı kürsüden Dr. Levent Türkeri ağabeyi­min tedavisini üstlendi. Klasik tedavi artık bir sonuç getirmeyince Levent bey ABD’deki en son gelişmeleri ağabeyimde uygula­maktaydı. Devamlı hastalığın sey­rini ABD’deki hekim­lerle tartışmaktaydı. Ağabeyim hastalığında 5 yılı geri bırak­mıştı ve yaşam kalitesinde herhangi bir düşüş olmamıştı. Levent’in önerdiği ilaçları ise 24 saat gibi bir zaman içinde getirebiliyorduk. Tabii bunda da o zamanki New York’taki Birleşmiş Milletler­deki daimi temsilcimiz Sevgili Volkan Vu­ral’ın daha doğrusu onun becerikli sekreteri Zeynep’in katkısı çoktu. Onun bize bulduğu Ya­hudi Eczacı Samuel ilaçları sipariş verip getirtiyor, sevgili yeğenim Ege de anlatılmaz biri titizlik ile ilaçları soğuk zinciri bozulmadan JFK havaalanına geti­rip, Türkiye’ye uçan bir yolcuyu bularak ilacın amca­sına ulaşılmasını sağlıyordu.
Ağabeyimin hastalığının üzerinden altı yıl geçmişti. Artık kemoterapi pek işe yaramıyordu. Çapa Onkoljide ışın tedavilerine başlanmıştı. Tümör ateşleri onu çok hırpalıyordu. Kemik metastasından dolayı sağ bacağında ke­mik kendi kendine kırıldı. Ağabeyimin ağrıları oldukça artmıştı. Ama kendisi bir gün bile acısını belli etmiyordu. Tedaviye giderken de ambulans, sedye vs. kullanmamakta da direti­yordu. Cihangir’deki evden koluna gire­rek hastahaneye ışın tedavisine götürüyor­duk. Kırık sonucu ameliyata karar verildi. Çapa Orto­pedi’de ameliyat edilerek aya­ğına çelik plaka monte edildi. Kırılan ve ayrılan uyluk kemiğinin sabitlenmesi sağlanmıştı. Ameli­yatın zorluğu sebebi ile 2 ekip beraber ameliyata almaya karar vermişler. Sabah ilk ameliyata ağabeyimin alı­nacağını Öget’ten haber alır almaz he­men Çapa Ortopedi’ye yıldırım hızı ile ulaştım. Ağabeyim ameliyathanenin önünde sedye üzerinde içeri alınmayı bek­liyordu. Yanında en yakın arkadaşı Prof. Gencay Gürsoy ve Öget vardı. Ameli­yat ekibi ağabeyimi hazırlarlar­ken saat ve yüzüğünü çıkarmasını istediler. Saati çıkarmak kolay olmasına rağmen alyansı bir türlü çıkmıyordu. Gencay Gürsoy o yüzüğün çıkmayaca­ğını söyleyip ameliyatı yüzükle yapın diye cerrahlara takılıyor, kendisinin sık sık evlendiğinden her evli­likte farklı yüzükler kullan­dığından böyle bir problemi olmadığını ameliyat ekibine söyliyerek stresli or­tamı dağıtmaya çalışıyordu.
Ağabeyimin ameliyatı oldukça uzun sürmüştü. Ameliyat sonrası cer­rah­ların sırtları terden sırılsıklam olmuştu. Cerrahlar kemik iliği kuruduğu için ameliyatın çok zor yapıldığını söylemişlerdi. Ayılmayı takip eden iki üç saat sonra enfeksiyon kapmaması için ağabeyimi Ortopedinin yoğun bakı­mına kaldırdılar. Ağabeyim ağır ağır ayılmaya başlamıştı. Yoğun bakıma önce Erdo­ğan Teziç geldi. Ağabeyim bir­den bire sanki hiç bir şey olmamış gibi onunla Ferman Demirkol’un Üniversitede ders vermesi üzerine açtığı davadan konuş­maya başladı. Daha sonra yine yoğun bakıma gelen Necmi Yüzbaşıoğlu ‘na da son çıkan ortak kitabı meslekdaşlara gön­dermesini, Cumhurbaşkanına ve Server Tanilli’ye de imzalayarak göndermeyi ih­mal etmemesini rica etti. Ame­liyattan o kadar az bir süre sonra Ağabeyimin güncel olaylarla ilgilenmesi beni müthiş şaşırtmıştı.
Ameliyat sonrası artık sonun başlangıcı olmuştu. Işın tedavilerinde am­bulans ile hastahaneye gitmeyi red eden ağabeyimin, Cihangir’den Çapa’ya gidiş ve ge­lişleri sorun olmaya başlamıştı. Sadun ve Ozan ile deği­şimli olarak Ağabeyimi Çapa’ya getirip tedavi sonucu Cihangir’e geri geti­riyorduk. Üniver­site Rektörü ağabeyime hala göz açtırmıyordu. Raporlarını kontrol edip üniver­siteye gelip gel­mediğini kontrol ettiriyordu. Marmara Üniversitesi Tıp fakültesi Üroloji Anabilim dalında görevli 5 öğretim üyesi­nin verdiği raporu Rektör Vekili olarak Nur Serter en az üç ayrı dal uzmanı olmamasından dolayı kabul etmemiş, ve ağabeyimin Öget’in öğretim ütesi olduğu Çapa’da değil de, Cer­rahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Da­lında tetkik ve tedavisinin yapılma­sını ve Sağlık Kurulundan rapor almasını Hukuk Fakültesi Dekanlığına bildir­mişti. Hastahanelerde hafta sonları ışın tedavisi vs. olmadığından hastaların eve çıkartılması olağan bir işlem olma­sına rağmen, Rektör ağabeyimin hafta so­nunu hastahanede geçirip geçirme­diğinin tesbitini yaptırtmaktaydı. Bunu Cum­huriyet Gazetesinde Deniz Som köşesinde de yazmıştı. Çapa Tıp Fakültesinin Dekanı da ağabeyimin tedavi­sini üstlenen Profe­sörlere hafta sonu eve çıkart­tıkları için hesap sormak­taydı. Bana iletilenlere göre de bu onurlu başı dik Hocaların hepsi ayrı ayrı Dekan’a gereken yanıtı vermişlerdi.     
Ağabeyimin hastalığında Marmara ve Çapa’daki hekimler olağanüstü bir çaba ile onun yaşam savaşında yanında olmuşlardı. Burada birilerini unuturum korkusu ile isim vermekten özellikle kaçınıyorum.

Ağabeyimin Soruşturmaları ve Mahkemeleri

Bülent Tanör’ün başı ülkenin çalkantılı günlerinde hep derde girdi. On İki Mart Muhtırası ardından üniversiteden uzaklaştırıldı. Ağabeyimi çok se­ven eniştem Prof. Turan Güneş, Danıştayda davasını üstlenmiş ve davayı kazanarak ağabeyim üniversiteye dönebilmişti. İkinci uzaklaştırılması ise 12 Eylül sonrası 1402’lik ol­masıyla olmuştu. Uzaklaştırma kararını veren Hay­dar Saltık baba­mın Harp Aka­demisinden öğrencisi idi. Bu olaydan sonra da babam bir daha General Saltık ile tek kelime konuşmadı, karşılaştıklarında da onu görmezlikten geldi. Bu davada galiba Aybay kardeşler ağabeyimin savunmanlığını üstlen­mişlerdi. Yıllar sonra dava kazanıldı ve ağabeyim Üniversiteye dönebilmişti. Davayı kazandıktan sonra üniversiteden uzak­laştırıldığı günlere karşılık maaş davasını da kazandı. Mahkeme sonucu al­dığı paradan da yanlış hatırlamıyor­sam ya 100 TL ya da 1000 TL’yi im­zala­yarak anneme vermişti. O imzalı para o günden beri Karşıyaka’daki evimi­zin büfesinde sergilenmektedir.
Alemdaroğlu ağabeyim için bir gazetede üniversiteden ilişkisi kesil­mesi için açılan soruşturma için “Bu ilk değil” demişti. Doğrudur. Daha ev­vel hem askeri makamlarca hem de Üniversite Senatosu kararı ile uzaklaştı­rılmalarında hep mah­kemeler sonucu geri dönmüştü. Alemdaroğlu ağabe­yime 2 yıl üst üste olumsuz sicil vermişti. Daha sonra da “İdari Görev Alamaz” diye bir ceza ver­mişti. Ağabe­yim de İstanbul Üniversitesi İnsan Hakları Enstitüsündeki İdari görevinden hemen ayrılmıştı. Bu cezalar için ağabeyim hemen yargıya baş­vurmuş mahkeme yürüt­meyi durdurma karar­ları vermişti. Yanlış anımsamıyor­sam bu davalarda savun­manlığını Profesör Fazıl Sağlam almıştı. Avukatlık yasasında yapılan değişikle Üniversite Öğ­retim Üyelerinin Üniversite aleyhine savunma engeline kadar da ağabeyi­min davalarını Fazıl bey üstlenmişti.
Ağabeyim bir gazetede “Üniversite en karanlık dönemini yaşıyor” diye de­meç vermişti..Galiba gazete başlığı da “Darbeci Geldi Kürsü Da­ğıldı” idi. Şimdi AKP milletvekili olan Burhan Kuzu da kendisine hakaret edildiği iddiası ile Rek­törlüğe şikayet etmişti. Rektör de Ağabeyim hak­kında soruşturma açmış ve soruş­turmacı 2 üye ağabeyimin cezalandırılması yönünde, bir üye de - Prof. Çetin Özek- aleyhinde, yani ceza almaması yö­nünde görüş bildirmişti. Rektör bu olaydan dolayı ağabeyime “Uyarı” cezası vermişti. Bu cezaya itiraz etmesini çok istememe rağ­men ağabeyim bir türlü itiraz etmiyor ve “Canım bu da nazar boncuğu gibi kalsın” diye bana takılı­yordu. Uzun ısrarlarımdan sonra bu ceza için de dava açılmasına onay verdi ve davayı kazandı. Öget Psikodrama’da ol­duğundan ağabeyimin nöbeti bende idi. Davayı kazandığını bana söyledi. Ben doğal olarak mahkeme so­nucuna çok sevinmiştim. Çetin Hoca’ya telefon ede­lim ve haber verelim dedim. Telefon numarasını bulup haberi Çetin Hoca’ya verdiğimde Çetin Özek hocanın mutlulu­ğunu anlatamam. Ağabeyim de yatakta gayet keyifli bir şekilde beni seyrediyordu.
Ağabeyim tüm hayatı boyunca maddiyata hiç önem vermedi. En ra­hatsız ol­duğu konu ise akçalı konulardı. Rektörün ağabeyimin telif ücreti olarak aldığı pa­rayı haksız bir kazanç olarak göstermesi, basın yolu ile ilaç paralarını konu etmesi onu çok üzmekteydi. Ve belden aşağı vuruyor diye de çok kızmaktaydı. TÜSİAD’a 150’den fazla öğretim üyesi sipariş üzerine rapor yazmıştı ve hepsi telif ücretlerini almışlardı; Rektörlük onlara bir şey dememişti. Hatta bazıları­nın uygun bulunma­yıp basılmadığını TÜSİAD üyesi bir yakınımdan öğrene­cektim. Rektör ağabeyim hakkında soruşturma sonucu öğretim üyeliğinden ihraç istemi ile YÖK’e başvur­muştu. Soruştur­malar uzuyor, YÖK, olayı zaman aşımına sokmak için elinden geleni yapı­yordu. Rektör de TÜSİAD’a döner sermayeye para yatırın bu iş kapan­sın diye haberler gönderiyordu. Ağabeyim bunlara şiddetle karşı çıkıyor ve Dö­ner Sermaye’ye paranın yatmasını kendisi­nin haksız kılacağını söylüyordu. Herkes soruşturma konusunda demeçler veri­yor ve Rektörü kınıyordu. O kavgada TÜSİAD da ağabeyimin yanında görüş bildirmişti. Rektörün ikinci dönem atan­ması sırasında da Cumhurbaşkanı ata­mayı imzalamaz diye Rektör ve yardakçıları oldukça hızlı bir şekilde çalışı­yorlardı. Prof. Tolga Yalman zırt pırt ağabeyimi ara­yıp, TÜSİAD’a gidip bir nevi arabuluculuk rolü bile üstlenmişti. Ağabeyim nazik bir şekilde Tolga Yalman’a gerekli cevabı vermişti.
Görev süresi dolan Rektör ikinci defa aday olmuştu. TÜSİAD’ın des­te­ğini almak için de TÜSİAD’ın kapısını aşındırmaktaydı. TÜSİAD’dan bir yet­kili ağa­beyimi arayarak Rektörün gelip bilgi vereceğini, kendisinin de cevap hakkı kul­lanmak için gelip gelmek istemediğini sorduğunda, ağabe­yimin cevabı “Niye gele­yim” olmuştu. Rektör. TÜSİAD Yönetim Kurulu üyelerine “DURUMU ARZ ET­MEK” amacı ile TÜSİAD genel Merkezine gidip, Ağabe­yimin kanun tanımaz, daha evvel şu kadar kere hapse girmiş , geçimsiz, hırçın, yönetimle hep kavgalı, bölücü olduğunu söyleyip, yazdığı eserin telif olmadı­ğını; olsa idi kitabın kapa­ğında isminin yazılı olacağını söylemiş. Hatta o za­manki YÖK Başkanı Kemal Gü­rüz’ün TÜSİAD’a yaz­dığı raporu gösterip “Bakın YÖK Başkanının adı yazılı” dediğinde yöne­timden bir üye kütüphane­den ağabeyimin raporunu getirtip 2. say­fasını aça­rak orada yazılı “Bülent Tanör” adını göstermiş ve “Sizdeki fotokopi, bu orijinal olanı, TÜSİAD rapor­ların kapağına yazarın ismini yazmaz” diye düzeltmiş. Ağabeyimin hakkındaki isnat ettiği sözler için de “Burası yeri değil” diyerek Sav­cılığa gitmesini öner­miş.
Rektör ikinci dönem seçilebilmek için Cumhuriyet gazetesi çalışanla­rını Armada Otelinde yemeğe davet ederek yazarları etki altına almaya ça­lışmış. Gerçi yazarların çoğu ağabeyimi hep desteklemesine rağmen İlhan Selçuk ağa­beyime karşı mesafeli kalmıştı. Ağabeyimden 10 ay evvel kay­bettiğim babamın cenaze­sinde bile bütün Cumhuriyet gazetesi çalışanları arayarak taziyelerini bildirmele­rine rağmen İlhan Selçuk’tan bir taziye gel­memişti. Ağabeyimin ölümünden sonra da Prof. Fazıl Sağlam ağabeyim hakkında bir yazı yazmıştı. O yazıyı da Cumhuri­yet Gazetesi uzun bir süre basmayınca Fazıl Bey yazıyı Cumhuriyet gazetesinden çekip Radikal Ga­zetesinde yayınlatmıştı. O yazıda da kimlerin Ağabeyim aley­hinde soruş­turma komisyonlarında ne yazdıklarını, Rektöre yazdıkları resmi yazı­ları ve sonra bunların hiçbiri olmamış gibi ağabe­yimin ölümü sonrası basına ver­dikleri demeçleri isim isim vererek yazmıştı.
Ağabeyim Fakültesine ve öğrencilerine çok tutkundu. Ağabeyimin öğ­rencisi olan arkadaşlarım onun derslerini öve öve bitiremezlerdi. Ben çok iste­meme rağ­men Bülent Tanör’ü hiç ders verirken izleyemedim. Ağabeyim için Anayasa kürsü­süne yabancı bir ülkede darbeye karışmış bir kişinin atanması olacak şey değildi. Ağabeyim atamanın iptali için yargıya baş­vurdu. Ağabeyi­min ölümünden sonra biz varisleri olarak ve de Öğretim Üyeleri Derneği de davanın devamı için yargıya başvurduk. Mahkeme bi­zim başvurumuzu haklı buldu. İstanbul Bölge İdare mah­kemesine müdahil olarak katıldık. Avukatımız Turgut Kazan’ın savunması sıra­sında gözyaşlarımı tutamadım. İdari mahkeme bizim lehimize karar vermesine rağmen Rektör hukuk tanımazlığını sürdür­mekte ve Yabancı Ülkede dar­beye te­şebbüs eden bir kişi ülkemizin en saygın Üniversitesinin Hukuk Fa­kültesinde Ana­yasa Hukuku dersi vermesine göz yummaktadır..
En son olarak da ağabeyimin akıl almaz bir şekilde insan, hayvan ve doğa sevgisi ile dolu olduğunu söyleyebilirim. Disiplinine müthiş hayran­dım. Evde iken bile sabah erkenden çoğunlukla TRT 3’ü açar ve Klasik Müzik din­lemeye başlaya­rak çalışmaya başlardı. Tüm notlarını kartotekslere alır, oradan da yazılarını ya­zardı. Ben hiç bir bilimsel tarafı olmayan şu ya­zıyı yazarken bile ne kadar zorlan­dım anlatamam. Yazıyı bilgisayarda yaz­dığım için defa­larca kağıtlara yazıp kara­lamak zorunda kalmadım. Ağabe­yim nuhunebiden kalma, klavyesi farklı bir dak­tiloda tüm kitaplarını bir de­fada yazardı. Ve de o kadar az düzeltme yapardı ki şaşırır kalırdım.
Nur içinde yatsın.


* Bülent Tanör’ün kardeşi.

Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013