Bülent Tanör’le 36 Yıl
Öget Öktem Tanor
Her şey, Ekim 1966'da, ikimiz de Anayasa Hukuku asistanı olarak, Hüseyin Nail Kubalı ve Orhan Aldıkaçtı'nın öğrencilere yaptıkları Ekim dönemi sözlü sınavında gözlemci sıfatıyla otururken, onun benim kulağıma söylediği bir sözle başladı.
Tanışıklığımız 3-4 yıldır sürmekteydi. Son 2 yıldır aynı kürsüde asistan olmak dolayısıyla biraz daha yakın arkadaş olmuştuk. Ama dostluğumuz, birbirini kafaca beğenen bir arkadaşlık sınırının ötesinde değildi ve sanırım ötesi ikimizin de aklından geçmiyordu. Fakat bilinçdışı bir şekilde "ötesi"ni de biriktiriyor olmuş olmalıyız ki, o Ekim öğleden sonrası sözlü sınavında bana bunu ima eden (beni beğendiği imasını içinde taşıyan) sözü bende hemen yankısını buldu; bendeki yankı da ona yansıdı ve böylece 36 yıl sürecek bir aşk başladı.
Birlikte olmaktan sevinç duyuyorduk. O sıralar, Çarşamba günleri fakülteye gitmek gerekli değildi. Fakat bir süre sonra, birlikte oturup konuşmak, biraz gezip dolaşmak için Çarşambaları da gelmeye karar verdik. Hiç unutmuyorum, fakültede buluştuğumuz ilk Çarşamba, o sabah evinde fakülteye gelmek üzere hazırlanırken duyduğu duyguyu Bülent, "Kalktım; içimde bir sevinç, bir sevinç!" diye dile getirmişti. Birlikte olmaktan sevinç duyma, 36 yıl boyunca ikimizde de kaybolmadı. Bütün bu yıllar boyunca, sabah uyandığımızda kendimizi birbirimizin yanında bulmaktan sevinç duyup, bunu birbirimize gülümseme şeklinde ifade ettik. Son güne kadar bu değişmedi. Sabah o benden önce uyanmışsa, gözlerimi açıp da ona baktığımda, onu, yüzünde cin gibi, muzip, zeki bir gülümsemeyle bana bakarken bulurdum.
1966 Ekiminden başlayarak, her şeyi birlikte yapmaya koyulduk. Kürsü işleri için yapılacakları beraber yapıyor, gidilecek yerlere beraber gidiyor, yapışık kardeşler gibi beraber dolaşıyorduk. Bu da sonraki hayatımızda hep sürüp gitti. Her şeyi birlikte yapmaktan, birlikte görmekten, birlikte dinlemekten hoşlandık hep. Bunun bir çok kişiye sıkıntı verebilecek bir şey olduğunu, insanların "yalnız kalıp soluk almak" ihtiyacı duyduğunu biliyorum. Bizimki herhalde istisnai bir durumdu. Bülent, "Bir elmanın iki yarısı gibiyiz." demişti. Öyleydik. Gördüklerimiz, okuduklarımız, duyduklarımız karşısında benzer şekilde düşünüyor, benzer duygular geliştiriyorduk, o nedenle de her şeyi birlikte yapmak, paylaşmak, bunlar hakkında konuşmak çok güzel oluyordu. Bülent, "En önemlisi de, birlikte gülebiliyoruz" derdi.
36 yıl boyunca bir kez bile kavga etmedik; kavga etmek hiç gerekmedi. Zaten ciddi anlaşmazlıklara hiç düşmedik; ufak tefek şeyleri de kavgaya hiç gerek kalmadan halledebiliyorduk.
Bu kadar benzerlik içinde benzemez yanlarımız yok muydu? Tabii vardı. Düşünüyorum; ve üç ana konuda benzemezlik buluyorum. Birincisi, Bülent çok disiplinli çalışan bir insandı; sabah çalışma masasının başına oturur, akşama kadar zevkle, bir yandan da TRT-3'ten klasik müzik dinleyerek çalışırdı. Fakülteye gitmediği günler evde hayatı böyle geçerdi. Bundan zevk alırdı. Bense hiç disiplinli bir çalışıcı değildim. Yazdığım yazıları yazmayı, vereceğim dersleri hazırlamayı hep son dakikaya bırakırdım. Ben de, bu son günlerin ya da son saatlerin yoğun temposundan zevk alırdım; aklım en verimli işleyişini böyle saatlerde ortaya koyardı. İkinci benzemezliğimiz, onun çok cesur, atak, girgin ve sevimli olmasına karşılık, benim çekingen, içine kapalı, yeni insanlarla ilişki kurmaktan kaçınan biri oluşumdu. O meselenin özüne yönelik hızlı kararlar alır, bense bütün ihtimalleri hesaba katan, kılı kırk yaran, belki biraz obsesif bir düşünce biçimi ve tutum sergilerdim. Ama bu farklılığımız ikimize de iyi gelirdi; birbirimizi tamamlardık. Onun cesur, atak tavrı bana yalnız olsam hiçbir zaman ulaşamayacağım ufuklar açar, benim bütün ihtimalleri ve teferruatı hesaplayışım, sonunda onun çok işine yarardı. Bir anlamda birbirimizin boşluğunu doldururduk; hastalığı ve tedavisi ile ilgili bütün ayrıntıları düşünüp bunları organize etmem ve üstlenip sürdürmemle ilişkili olarak arkadaşlara, "Öget olmasa, şimdiye kadar ölmüş olurdum" derdi. Üçüncü farklılığımız, seyahatlerimizde, gezdiğimiz gördüğümüz yerlere karşı tavırlarımızla ilişkiliydi. Bülent bir gördüğü yeri bir daha görmek istemez, gittiği yerde kısa kalmayı ve sürekli yeni yerlere gidip yeni yerleri görmeyi severdi. Bense tam tersine, gittiğim yerde daha uzun kalıp orayı daha yakından tanımayı severdim, eski gittiğim yerlere bir daha gidip bildik, tanıdık şeyleri bir daha görmeyi isterdim. Bu farklılığımızı da, daha çok ben ona uyarak, yer yer de onun bana biraz uymasıyla bir orta yolda hallettik. Birlikte ilk Bodrum'a gidişimizde, oradaki bir sokak köpeği ile dost olmuştum ve onu çok sevmiştim. Bülent'in artık Bodrum yerine başka yerleri görmek isteyeceğini bildiğim için,o köpeği yeniden görebilme konusunda hiçbir ümit taşımıyordum. Ama ertesi yaz Yunan adalarına yaptığımız bir yolculuğun sonuna Bülent'in bana tam bir sürpriz şeklinde 2 günlük bir Bodrum ekleyişini ve "O köpeği tekrar görmenin seni sevindireceğini biliyordum." deyişini hiç unutmam. Gerçekten, ben de köpek de bu buluşmadan çok mutlu olduk; sanırım bizi izleyen Bülent de. O kadar ki, bir sonraki yıl köpeği bir kez daha görmek için üçüncü ve kısa bir Bodrum yolculuğu daha yaptık; ama bu sefer maalesef artık köpek yoktu.
Tabii aramızdaki son bir "benzemezliği" de eklemeliyim: benim Fenerbahçe onun Galatasaray taraftarı oluşumuz! Her ikimiz de kendi takımımızı "fanatik" biçimde tutardık. Ama Galatasaray şampiyon olunca, ben Bülent seviniyor diye birazcık memnun olurdum; o da Fenerbahçe yenildiğinde ben üzülüyorum diye üzüldüğünü ya da pek sevinemediğini ifade ederdi.
Ortak yanlarımız ise o kadar çoktu ki, bunları sayıp anlatmak mümkün değil. Ama herhalde, Bülent’in deyişi ile “Kediciliğimiz”e dokunmadan geçmemek gerek. Aslında ben bütün hayvanlara düşkünüm, kedileri ve köpekleri de aynı derecede severim, ama küçüklüğümden beri evde daima bir kedi olduğundan, kedi dilini anlamaya daha yatkınım. Bülent’in de Beylerbeyi’ndeki evinde genellikle bir kedi hep olmuş; ama onlarla fazla bir yakınlık kurmamış. Bana, “Ben senden sonra kedici oldum.” derdi. Gerçekten, eve gelip bizimle yaşamaya karar veren kedilerimizle çok yakınlık kurdu. Bizimle yaşamaya karar verip kendisini “evin kedisi” ilan eden 4 kedimiz oldu. Geliş sırasıyla; Lumpen, Yumoş, Babunya ve Gülpembe. Bülent ve ben, onların hepsiyle ayrı ayrı çok yakınlıklar kurduk. “Kedicilik” günlük dilimize de yansıyordu. Bir kere ikimiz de birbirimize isimlerimizle değil, “Pisi” diye sesleniyorduk. Bu, nasıl olduğunu bilmediğim çok doğal bir yolla yerleşmiş bir alışkanlıktı. O kadar ki, bir zamanlar komşumuz olan bir Fransız aile (sanırım Lumpen zamanıydı), benim adımın Pisi olduğunu sanmışlardı. Bunun dışında, günlük dilimize yansıyan bir örnek daha vereyim: benim dişimi fırçalayıp yüzümü temizlememe ve yüzüme nemlendirici sürmeme, Bülent, kedilere gönderme yaparak” yalanma” adını takmıştı; “Haydi sen yalanmanı bitir” ya da “sen yalanmaya başla istersen” diye konuşurdu. Bülent’in son demleriyle ilgili bir olay anlatmak istiyorum. Babunya Armutlu’da yazlık evimizin olduğu yerde yaşayan 12 senelik kedimiz (Bkz: Resim 20). Kışın orada hemen hemen hiç kimse kalmaz; Babunya avlanarak hayatını sürdüren tam bir doğa kedisi. Kışın güzel havalarda hafta sonları oraya sık sık gideriz, ve adını seslendiğimiz anda Babunya uzaklardan, tepelerden, yıldırım gibi koşarak gelir ve orada kaldığımız sürece ev kedisi olur. Bülent, ölümünden 3 hafta önce, 7 Kasım’da, bana Armutlu’ya gitmek istediğini söyledi. Gittik. 5 gün kaldık. Tabii Babunya’yı buldum, eve geldi. 5 gün 5 gece Bülent’le hep kucak kucağa yaşadılar. Bülent Armutlu’ya gelebilmekten çok mutlu oldu; 1 ay sonraki Şeker Bayramını kastederek, “Bayramda gene gelelim.” dedi. Son gün dönerken, Babunya’yı çıkardım, Bülent’in Armutlu’da giydiği kazağı katlayıp yatağın üzerine koydum. Çıktık. Tabii bir daha Armutlu’ya gelmemiz kısmet olmadı. Ama Bülent “Bayramda gelelim.” demiş olduğu için, ben bunu vasiyet olarak alıp Bayramda Armutlu’ya geldim. Babunya’yı buldum. Babunya ilk kez Bülent’siz geldiğimi görüyordu. Herhalde benim halimden de bir şeyler anladı. Bülent’in yatağına çıkıp doğruca o son sabah katlayıp bıraktığım kazağına gitti. Kazağın içine burnunu sokup koklamaya başladı. Bir kedi bu kadar uzun zaman bir şeyi koklamaz. Babunya çok uzun uzun, inanılmayacak kadar uzun bir süre, burnunu kazaktan kaldırmadı, bir yandan elleriyle yoğururken bir yandan kazağı kokladı. Sanıyorum ki, durumu kendince kavradı.
Kedi severliğimiz, dediğim gibi, pek çok ortak yanımızdan yalnızca biriydi. Hayatı birlikte yaşıyor olmak, bizim mutluluk kaynağımızdı. Birlikte gezip dolaşmak kadar birlikte evde oturup sohbet etmekten de zevk alırdık. Dostlarımızla seyrek buluşurduk. Akşamları, evde güzel bir sofra ve güzel bir şarap eşliğinde, sevdiğimiz müzikleri de dinleyerek saatlerce konuşmaktan haz alırdık. Sofra ve ikili sohbet, her akşam saatlerce sürerdi. Geçen yıllar bu zevkimizi hiç bozmadı, azaltmadı.
Birlikte bir iş yapmak da çok hoşumuza giden bir şeydi, bunu yaparken çok eğlenirdik, birçok şeye gülerdik. Örneğin onun kitaplarının tashihini yapmak, orada karşımıza çıkan durumlar, olaylar, fikirler hakkında konuşmak, bazan ufak bir yerini değiştirmek bize çok keyif ve mutluluk verici bir meşgale idi. Ölümünden yalnızca 1 ay kadar önce, Cumhuriyet Yayınlarından çıkan Kurtuluş Kuruluş'un genişletilmiş baskısının tashihlerini yaparken son kez bu keyfi ve mutluluğu bir daha yaşadık. Son aylarında artık pek bir şey yiyemiyor, sofrada da oturamıyordu. Ben onun yanına uzanıp ona gazete okuyordum; bu gazete okuma ve bununla ilgili konuşmalarımız da bizi hem eğlendiriyor hem mutlu ediyordu.
Biz Bülent’le her zaman, geçmişin güzelliklerinin birikimi ve geleceğe ilişkin hoş beklentiler içinde, o an'ın tadını çıkararak yaşadık. Ama hastalığı ve bunun sonuyla ilgili bilgimiz, bunun sözünü etmesek de, her an o an'ı birlikte yaşamanın daha bir bilinçle tadını almaya götürdü bizi. Bu belki bir korunma refleksiydi; ama ilerdeki kötü sonu aklımızdan çıkararak o an birlikte olmanın, birlikte güzel bir şey yapmanın tadını çıkardık hep. Sanırım kötü son, ikimizin de yalnız olduğumuz zamanlarda düşündüğümüz bir şeydi. Bu hastalığın onun ömrünü sınırladığını, dolayısıyla birlikteliğimizi sınırladığını başından beri biliyorduk. Ama ikimiz de, bunu hiç konuşmadan, birlikte olduğumuz her anı, ilerisini düşünmeden o an adına yaşayabiliyorduk. Her gün, bizim için "bugün" vardı ve o günün tadını (benim için alttan alta müthiş bir hüzün olsa da) çıkarıyorduk. Küçük küçük şeyler, bizi her zamanki gibi mutlu ediyordu.
Bülent bu hastalığı nasıl karşılıyordu? Bana, "İnsanlar benim bu hastalığı yenme azminde olduğumu sanıyorlar. Duruma 'Ben bunu yeneceğim' gözü ile baktığımı düşünüyorlar. Oysa öyle bir şey yok. Ben sadece 'aldırmıyorum'. Olacak olana hiç aldırmıyorum ve düşünmüyorum. Hepsi bu." demişti. Gerçekten de, hiç böyle bir şey yokmuşçasına hayatını sürdürdü, çalışmalarını planladı, gerçekleştirdi. En son çalıştığı, "3. Dünya Anayasacılığı" adı ile yayımlamayı düşündüğü bir kitaptı. Bu konuyu İsviçre ve Fransa'da Hukuk Fakültelerinde doktora dersi olarak işlemiş ve çok beğenilmişti. Ders notları hazırdı. Şimdi konuyu güncelleştirmek, yeni değişiklikleri de eklemek ve yayımlamak istiyordu. Son yılını bu çalışmalarla geçirdi. Fransa'da bulunan Server Tanilli'ye bir çok kitap ısmarladı, onun gönderdiği kitapları okudu, notlar çıkardı, her zamanki gibi bunları karton fişlere işledi. Son anayasa değişikliklerini toplayıp fişledi. Artık sıra, diğer kitaplarını yazdığı zamanlarda olduğu gibi, bu fişleri masasının üstüne yaymak ve Erika marka daktilosunun başına geçip kitabı yazmaktaydı. O sırada son yılın Haziran ayına gelmiştik ve Bülent artık kendini çok halsiz hissediyordu; oturur pozisyonda uzun süre kalamıyordu; sık sık yatağa uzanmak zorundaydı. Bu durum giderek daha arttı, yataktan kalkamaz oldu. Kan tablosundaki geri döndürülemez bozulmalar nedeniyle sık sık da hastanede yatması gerekiyordu. Ama aklı fikri yazamadığı kitabındaydı. Arada kendini güçlü hissettiği 5 ya da 6 dakika olsa, hemen masasının başına geçiyordu. Bu dönem içinde pek çok kere bana, "En üzüldüğüm şey masa başında oturamamak ve çalışamamak." dedi. Bu sözü son aylar içinde kendisinden 8-10 kez duymuşumdur. "Kitabımı yazamıyorum, arkadaşlara verdiğim sözleri yerine getiremiyorum." diyerek üzülüyordu. Ölümünden 2,5 hafta önce bile, 10 Kasımda, kitap için okuduğu Senegal Anayasası’na ilişkin notları bana dikte etmişti.
Bülent, görev bilinci, sosyal ve siyasal sorumluluk duygusu çok gelişmiş biriydi. İyimser, mücadeleci, hiçbir korkutma ile pasifize edilemez bir kişiliği vardı. Ülke sorunları ve siyasal sorunlarla mücadelede veya doğru bildiği konularda kendi üstleri ve yöneticileriyle mücadelede başına gelebilecek belaları hiç hesaba katmadan mücadelesini yürütür, haklı olduğunu bildiği mücadeleyi hiç korkmadan, bütün sonuçlarını göze alarak, yılmadan ve hiç geriye düşmeden sürdürürdü.
"Bir tek kişinin mücadelesi sorunu çözemez." diye düşünülebilecek durumlarda da hiç böyle düşünmez, üstüne düştüğünü varsaydığı şeyi mutlaka yapardı. Mesela, bir ormana ya da deniz kıyısına gittiğimizde oturup keyfine bakmadan önce ilk yaptığı şey, etrafa atılmış çöpleri toplamak olurdu. Tabii ben de ona katılırdım. Orada bulunan insanların bizi bir süre dikkatle gözledikten sonra genellikle "Bravo, çok iyi yapıyorsunuz" demeleri ama akıllarından kalkıp yardım etmeyi geçirmemeleri Bülent'i hem kızdırır, hem güldürürdü. Fakat ortalıkta çocuklar ve gençler varsa, "Haydi bakalım gençler, yardım edin." diyerek onları da işe katar ve çevreyi temiz tutma, bu işi gönüllü yapma konusunda konuşarak onları bilinçlendirirdi.
Aramızdaki ilişkiyi sağlam tutan şeylerden biri de birbirimizle gurur duymamızdı sanırım. Ben onun hemen hemen her şeyini beğenir, onunla gurur duyardım. Onun da benim için aynı şeyleri hissettiğini biliyorum.
Akla, bu kadar yakınlık içinde 36 yıl hiç bir başkasına ilgi duymadık mı sorusu gelebilir. Duyduk. İkimizin de, bir iki kere, kısa süreyle başkasına ilgi duyduğumuz, başkasının çekim alanına girdiğimiz oldu. Ama bunlar hem kısa sürdü, hem de birbirimizin değerini daha iyi anlamamızı sağladı. Bunlardan, ilişkimiz daha da güçlenerek çıktı. O nedenle de geride hiçbir iz bırakmadan geçip gittiler.
Ölüm ve mezarlık konusunu tek bir kere konuştuk. Konuyu Bülent açtı. Benim annemin Sahrayıcedit'teki yerini mi, onun ailesinin Beylerbeyi Küplüce mezarlığındaki yerini mi kullanırız, ya da başka bir yer mi olur diye sordu. Ben kararı ona bıraktım. O zaman, "Neresi olursa olsun, benim için önemli olan tek şey, senin de benim yanıma gelmen. İnsan tabii güzel bir yerde yatıyor olmak ister; ama bunun önemi yok. Beni teselli edecek tek şey, senin de yanıma geleceğini bilmek." dedi. Bu konuyu bir daha konuşmadık.
Son olarak, vedalaşma sahnemizi anlatmak istiyorum. Solunumunu rahatlatmak için son gün Bülent'i yoğun bakım ünitesine kaldırdılar; son 24 saatini orada geçirdi. Ölümünden 1 ya da 2 saat önce bana, artık bitmek üzere olduğunu, istersem vedalaşmak için yanına gitmemi söylediler. Yoğun bakımda yatarken kendisine kas gevşetici veriyorlardı ve Bülent uyur gibi hep gözleri kapalı duruyor, tepki vermiyordu. Yanına gittiğimde gene o durumdaydı; beni duymadığını düşündüm, ama onunla konuştum. Ona sevgi sözleri söyledim. İlişkimizin ilk yıllarından birinde bir gün Vaniköy sırtlarında otururken, Bülent benim avucuma, işaret parmağı ile, "SENİ SEVİYORUM." yazmış bitirince de her zamanki titizliği ile, cümlenin bittiğini gösteren bir nokta koymuştu. Ben de böyle yaptım, Bülent'in avucuna bu iki kelimeyi yazdım ve nokta koydum. Sonra ona, "Pisiciğim, artık bitti; şimdi sen gidiyorsun. Ama sonra ben de geleceğim. Gene birlikte olacağız." dedim. Bülent'in sağ gözünden yanağına bir damla gözyaşı aktı. Ben, Bülent'in beni duymadığını, algılamadığını zannettiğim için bunu fizyolojik bir gözyaşı damlası diye yorumladım. Hatta o sırada yanıma gelen bir doktor arkadaştan makas rica ederek, saklamak üzere Bülent'in saçından bir parça kestim. Her şey bittikten sonra, farklı zamanlarda konuştuğum yoğun bakım doktoru arkadaşların hepsi, ayrı ayrı, bana Bülent'in beni duyup anladığını düşündüklerini, çünkü verdikleri ilacın derin bir uyku yaratmayıp sadece kasları gevşettiğini, o gözyaşının da gerçek bir gözyaşı olabileceğini söylediler. Üzüldüm. Çünkü beni duyduğunu bilseydim daha uzun konuşurdum, Bülent'in gidişini kolaylaştırmaya çalışırdım.
O artık yok. Ama benim için öyle değil; benim için var. Hep onunla birlikteyim. Olan biteni onunla paylaşıyorum. Onunla konuşuyorum. Onunla birlikte yaşıyorum. Sanırım son dakikama kadar da böyle olacak. Onunla birlikteyken ki alışkanlıklarımızı sürdürüyorum; bu bana iyi geliyor. Sabah 8'de klasik müzik başlarken TRT Radyo 3'ü açmak gibi. Akşamüstü çay yapmak gibi. TV'den maç izlemek gibi. Ama birlikte gerçekten keyif alarak yaptığımız şeyleri henüz yapamıyorum. Örneğin, çok sevdiğimiz Balkan müzikleri kasetlerini dinlemeyi ya da konser izlemek üzere Aya İrini'ye gitmeyi ne kadar sonra göze alabileceğim (ya da göze alabilecek miyim) kestiremiyorum.
Bülent Tanör’ün eşi, öğretim üyesi.