Georgeon François
<< Geri
Bülent için
 
François Georgeon
1992 yılının Mayıs ayında, Strasbourg’da verdiği bir konferans dönü­şünde Bülent Paris’te bir kaç günlüğüne duraklamış. Fransız başkentinin bir aşığı olarak oradaki arkadaşlarında kalacak, ama hafta sonunu da Paris’in ban­liyölerinden birisindeki evimde geçirecek. Bülent’le aramızdaki yakın arka­daşlığın başlangıcı on beş yıl kadar önceye gitmekte. 70’li yılların sonunda İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde (Institut Français d’Etudes Anatoliennes) görevliyken Cihangir semtinde, Bülent’in oturduğu Deniz Apartmanına on yirmi metre mesafede kalıyordum. Osmanlı İmparator­luğu ve Türkiye tarihi üzerine araştırma yaptığımı öğrenen Bülent, benimle görüşmeye gelmişti. Önce salt mesleki konularla sınırlı başlayıp, ardından daha kişisel noktalara kayan bu ilk sohbetimizi, yakın bir arkadaşlığın bu ilk başlan­gıç noktasını gayet iyi hatırlıyorum. 1979’da benim İstanbul’daki ikametim sona erip Paris’e dönmemden sonra da sık sık görüştük. İstanbul’a her geli­şimde Bülent ve eşi Öget beni mükemmel bir konukseverlikle ağırlardı. 1980’lerin başında üniversiteden ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra Bülent uzun süre Paris’te kaldı. O’nunla birlikte yolculuklara da çıkardık. 1984 ilkba­harında Paris’ten arabayla Türkiye’ye doğru hareket ettik. İtalya’yı geçip Adri­yatik denizini feribotla aşıp Yunanistan’a vardık. Bülent’in o görkemli “Gök­taşları Sitesi”ni gördüğünde duymuş olduğu hayranlığı hala hatırlarım.
1992 Mayıs ayında birlikte geçirdiğimiz hafta sonunda Bülent bana aka­demik faaliyetlerim hakkında ayrıntılı sorular sordu. O tarihte, bir yandan Os­manlı İmparatorluğu ve Türkiye tarihi hakkında araştırmalarımı sürdürürken, bir yandan da Doğu Dilleri ve Kültürleri Ulusal Enstitüsü’nde (l’Institut National des Langues et Civilisations Orientales) “uygarlık tarihi” dersleri vermekteydim. Bu çerçevede XVIII ve XIX. yüzyıl Osmanlı tarihi ve XX. yüz­yıl Çağdaş Türkiyesi üzerine iki ayrı ders üstlenmiştim. O hafta sonunu izleyen Pazartesi günü ise derste 1876 Kanun-u Esasisini işleyecektim. O günü Paris’te geçirecek olan Bülent bana, dersime yetişip katılmaya gayret edeceğini söy­ledi. Çok mutlu olmuştum, ama Paris’i gezmek için çok az zamani kalmış olduğunu bildiğimden fazla da ısrar edemiyordum.
Ancak, ertesi gün ders saatinde Bülent oradaydı. Kendisini öğrencilere takdim ederken, gerek benim gerekse onların böylesi bir fırsatı yakalayabildi­ğimiz için çok şanslı olduğumuzu belirtmeden geçemedim. İstanbul Üniversi­tesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olarak, Türk anayasa hukukunun önde ge­len uzmanlarından birisi bizimle birlikteydi. Öğrencilerin biraz şaşırmış ol­duklarını hissedebiliyordum. Onlar, “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi” ünvanını duyduklarında muhtemelen, kelli felli bir “hoca”yla ders yapacaklarını düşünmüşlerdi. Oysa, karşılarında sade, üstünlük taslama sevdası gütmeyen, hiyerarşik duruşu hiç sevmeyen birisi vardı.
Sınıf, Türkiye meraklısı genç lise mezunlarından emeklilik günlerini de­ğişik konularda eğitim yaparak geçirme sevdasındaki yaşlılara, sırt çantasıyla çıktığı yolculuklarından birinde Türkiye’yi keşfetmiş maceracılardan ebe­veynlerinin kültürlerini öğrenme niyetindeki ikinci kuşak göçmen işçi çocukla­rına dek değişen bir yelpazeye dağılmış yirmi - yirmi beş öğrenciden oluşmak­taydı. Böylesi değişik kökenlerden gelme öğrencilerle ders yapmak geçekten çok keyifliydi.
Dersi Bülent’le birlikte işleyecektik. Ben, bir önceki dersle -Jön Türkler ve Namık Kemal-bağlantıyı kuran bir giriş yaptım. Hızlı bir biçimde Ana­yasa’nın ilan edilmesine etki eden koşulları özetledim: Tanzimat’tan beri sür­mekte olan kurumsal yenileşmeler, düşünsel gelişmeler, Mithat Paşa’nın oyna­dığı kişisel rolün önemi, v.b. Son olarak da, 1975-76 yıllarının kriz ortamını açıkladım: Devlet bütçesinin iflası, Balkanlardaki ayaklanmalar, Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, Hüseyin Avni Paşa süikastı, Sultan V. Murat’ın yetersizliği ve bunun sonucunda Abdülhamid’in tahta çıkması, Balkanlardaki savaşlar ve Tersane konferansının toplanmasıyla sonuçlanacak Avrupa devletlerinin bas­kılarında somutlaşan siyasi istikrarsızlıklar.
Benden sonra sözü Bülent aldı. Hiç bir nota, belgeye ihtiyaç duymaksı­zın, irticalen konuşuyordu. O yıl içinde, daha sonraları büyük yankılar yapacak Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980) başlıklı eserinin ilk baskısını yayınlamıştı ve konuya son derece hakim olduğu her halinden belliydi. Bülent öncelikle, Kanun-u Esasi’nin esin kaynakları için, genel kabul edilen görüşün aksine, Batı Avrupa örneklerine dek gitmenin gerekli olmadığını vurguladı. Sırbistan, Yunanistan ve Romanya’nın Osmanlı egemenliği altında buluınan bölgelerinde zaten yeşeren bir anayasacılık hareketi mevcuttu. Aynı şekilde, 1860’lı yıllarda Osmanlı’daki gayrimüslim cemaatlerin statülerini düzenleyen “nizamnameler”in hazırlanması çerçevesinde başka tür bir “anayasacılık” faa­liyeti de mevcut bulunmaktaydı. Ardından, tarihçilerin ve hukukçuların 1876 Anayasası üzerine ileri sürdükleri değişik görüşleri özetledi: Bazılarına göre Kanun-u Esasi, Halife Sultan’ın yetkilerinde Meclis lehinde herhangi bir ek­siltmeye gitmemek suretiyle, Osmanlı hanedanının mutlak iktidarını bir kez daha vurgulamak dışında başka bir işlev görmemişti. Diğer bazıları ise, tüm eksikliklerine rağmen bu anayasayı demokratikleşme ve laikleşme sürecinde önemli bir merhale olarak görmekteydi. Ortada gerçek anlamıyla bir anayasa­nın mevcut olduğu söylenebilir miydi? Bülent 1876 metninin ana hatlarını özetledi. Kanun-u Esasi’nin gerek şekil gerekse içerik bakımından 1839 Tan­zimat Fermanı’ndan ve 1856 Islahat Fermanı’ndan ne kadar farklı olduğunu anlattı. Ardından da, anayasada devlet erkleri arasındaki ilişkilerin ve temel hakların nasıl düzenlendiğini aktardı. Bülent’e göre, Kanun-u Esasi’nin gerçek anlamda bir anayasal düzen kurduğu söylenemezdi. Ancak, bu belgeyle mutlakiyetçiliğin sonunun gelmiş olduğunu ve, kendi deyimiyle, yarı-anayasal bir sürecin başlamış olduğunu vurguladı. Bunların ardından, çok özet bir bi­çimde Kanun-u Esasi’nin uygulamada kaldığı dönemdeki siyasi olayları, 1877 seçimlerini, Parlamento’nun işleyişini –mebusların gerçek anlamda bir demok­rasi dersi verdiklerinin altını çizerek- ve anayasanın askıya alınışını anlattı. Son olarak, Kanun-u Esasi’nin önemini anlayabilmek ve bu belge hakkında nesnel bir yargıya varabilmek için, Batılı ülkelerdeki örneklerle değil, ancak 1905’de bir anayasaya kavuşacak olan Rusya gibi örneklerle karşılaştırılması gerektiğini söyledi.
Bu ilginç sunuştan son derece etkilenen öğrencilerin sordukları sorular ve açtıkları tartışmalar dersin öngörülen saatin bir hayli dışına taşmasına yol açtı.
Bu anekdot aslında Bülent’in bütün yönlerini ortaya koymakta. Her şey­den önce, onu her zaman ayakta tutan son derece gelişmiş sorumluluk bilincini vurgulamak isterim. Bülent o derse katılmak istemişti çünkü bu “kendi” konu­suydu. Eğer ders Osmanlı maliyesi üzerine olsaydı, orada olacağını hiç sanmıyorum. Bülent, kelimenin en soylu anlamında tam bir “profesyonel”di. Önde gelen bir anayasa uzmanı olarak, öğrenciler için çığır açan ders kitapları kaleme almıştı. Konusuna tam hakim olduğunu, sayısız öğrenci kuşağına bi­limsel gerçekleri tam bir netlikle açıklayan kitaplar yazarak ortaya koymuştu. Öte yandan, hak ve özgürlüklerin zayıflatılmasına karşı çıkarken, salt yürekten inandığı genel ilkeler adına değil aynı zamanda “anayasa” adına da tepkisini dile getiriyordu. Böylelikle, hak ve özgürlükleri anayasa adına çiğneyenlerin çelişkilerini ortaya çıkararak, onları bir bakıma kendi silahlarıyla vuruyordu.
Bu anekdot aynı zamanda Bülent’in ne ölçüde yeniliklere, öğrenmeye açık bir zihne sahip olduğunu da gösteriyor. O, Fransa’da Türkiye tarihi konu­sunda ne gibi çalışmalar yapıldığını öğrenmek, INALCO’daki müfredatı izle­yen genç ve daha az genç öğrencilerin profilini görmek istiyordu. Motivas­yonları neydi? Onları Türkiye tarihi ve dili üzerine öğrenim yapmaya yönelten sebep ne olabilirdi? Edinecekleri diploma ilerde hangi işe yarayacaktı?
Son olarak, bu anekdot Bülent’in sahip olduğu o engin arkadaşlık duy­gusunu ve cömertliğini de göstermekte. O sırada en sevdiği şehirlerden birinde, Paris’de tatildeydi. Hayran olduğu o sergileri gezmek ya da görme fırsatı bu­lamadığı arkadaşlarıyla buluşmak yerine, o uzak banliyödeki derse katılmayı tercih etmişti. Bana karşı beslediği arkadaşlık onu meslek hayatımın bir parça­sını paylaşmaya yöneltmişti. O engin bilgisini paylaşma cömertliğini göster­mekteydi böylelikle. O bildiklerini aktarırken, kendisinde doğal bir biçimde beliren pedagojik özelliklerini kullanmaktaydı. O gün öğrencilerime, mükem­mel bir Fransızca’yla irticalen hitap ederken Bülent’in tüm bu özelliklerini sezinleyebiliyordum. Karşımda sadece ciltler dolusu bilimsel eserin yaratıcısı olarak değil, engin bilgisi ve bunları sözel olarak da aktarma yeteneğiyle de Bülent durmaktaydı.
Bülent’in varlığıyla daha da aydınlık hale gelen o Pazartesi günü dersini hiç unutamayacağım.


Bülent Tanör’ün arkadaşı, Fransa CNRS üyesi
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013