Fatmagül Berktay
<< Geri
Olağanüstü bir ağabeyi hatırlamak…
 
Fatmagül Berktay
Bülent Tanör, onunla paylaşma talihini yaşadığım yıllar boyunca daima örnek almaya çalıştığım, yaptığım her şeyde onayını aradığım, hayatta en çok güvendiğim insandı. Ağabeyim, aradığım onay ve desteği benden hiç esirge­medi; hele çocukluğumun ve ilk gençliğimin en zor anlarında nasıl olup da hep yanımda olmayı başardığını bugün bile anlamam güç. Ne de olsa, başında ka­vak yelleri esmesi gereken yaşta ve daima “çok mühim” işlerle ilgili delikanlı bir ağabeyden söz ediyoruz! Ama o ağabey başkalarına karşı hep duyarlı ve kendisini dünyanın bütün olumsuzlukları karşısında sorumlu hisseden bir in­sandı. Bu yüzden içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun dertlerini paylaşmak kadar, küçük bir çocuğun başka kimsenin pek farkında olmadığı dertlerine or­tak olmayı da bilirdi.
Daha dokuz yaşındayken Avrupa gezisine çıkabilmeyi ona borçluyum. Anne ve babamız bu geziye dört kardeşten iki büyüğü götürüp, iki küçüğü evde bırakmaya karar vermişlerdi; oysa ben küçük kardeşimden yedi yaş büyüktüm ve kendimi çok haksızlığa uğramış hissettiğim halde kimseye bir şey söyleyemiyordum. Nasıl anladı bilmiyorum ama Bülent ağabeyim, “Fatmagül’ü götürmezseniz, ben de gelmiyorum” deyince geziye gideceğim için sevinmenin çok ötesinde, inanılmaz bir güven duygusu gelmişti içime. Bu güven duygusunun, ataerkil bir toplumun zorluklarıyla baş etmek zorunda olan bir kadın için ne kadar önemli olduğunu ileride daha iyi anlayacaktım.
Giderek kendine güvenen ve özerk bir insan olmamda Bülent Tanör’ün gerçekten önemli bir payı var ve ağabeyimin bu konuda bilinçli bir çaba harca­dığını düşünüyorum. Biz Ankara’da o ise İstanbul’da Hukuk Fakültesi’nde okurken ve kim bilir ne kadar farklı işlerle meşgulken hiç üşenmeyip bana okuma listeleri yollamasının (bu listelerin içeriğine baktığınızda yeni yetiş­mekte olan bir kız çocuğu için özellikle hazırlanmış olduğunu görmek güç de­ğildir: Graziella, Knut Hamsun’un Victoria’sı, George Simenon’un Yedi Kız­lar’ı vb.), tatillerde eve geldiğinde okuduklarımdan neler çıkarsadığımı anlat­tırmasının, zamanı daima kısıtlı olduğu halde birlikte vakit geçirmek için fır­satlar yaratmasının başka nasıl bir anlamı olabilir? Yıllar içinde benim için Sait Faik’ten William Saroyan’a, Panait İstrati’ye, John Steinbeck ve Hemingway’e uzanan bir kütüphane oluşturmasının bilinçli bir hümanist eğitime yönelik ol­duğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Ağabeyimle ilgili çocukluk anılarım hep kitaplar ve ciddi şeylerden iba­ret değil. Belgrad sokaklarında o zamanki kız arkadaşı Raina ile elele yürü­dükleri sırada, küçük ağabeyim Reha ile onları beş-on adım geriden kıkırdaşarak izlerken yakalanışımızdan; 27 Mayıs darbesinden sonraki gün­lerde evde bet bir sesle avaz avaz Harbiye marşı söylemeyeyim diye bana harçlık teklif edişine (“Fatmagülcüğüm, sen şarkı söyleme, dans et, sana 2.5 lira vereyim!”) ve o sırada 3-4 yaşlarında olan, çok sevdiği küçük kardeşimiz Ali’nin poposuna mandal takışına kadar, hatırladıkça güldüğüm ne çok anı var… 27 mayıs deyince, darbe gecesi babamız Em. Kur. Albay Cahit Tanör’le birlikte olaya dahil olmak üzere evden çıkarlarken annemin, “Bülent evladım, bari sen gitme” diye üstelerken kalbimin nasıl sıkıştığını, İstanbul’daki 28 Ni­san gösterileri sırasında tutuklandığı için ondan haber alamadığımızda ne kadar korktuğumu, ama nedenini tam anlamasam da aynı zamanda nasıl gururlandı­ğımı, aynı yaz Zap suyu üzerinde köprü yapılması için köylülere destek vermek üzere arkadaşı Onur Öymen’le birlikte sırtlarında çantalarla pür heyecan yola çıkışlarını… unutabilir miyim?
Ben ortaokul ve lise çağlarına geldiğimde, ağabeyimin bana tavsiye ve hediye ettiği kitapların niteliğinin değişmiş olduğunu, ama aynı derecede dik­katle seçildiklerini gene çok sonraları fark ettim. Hala zaman zaman yararlan­dığım ve o sıralar (1960’ların sonu) henüz yeni yayınlanmış birçok kitabı o bana hediye ettiği için okudum; bunlar arasında J.A. Schumpeter’in Capitalism, Socialism and Democracy, Tom Bottomore’un Elites and Society, David Thomson’un Political Ideas gibi yapıtları da var. Bunları ve zaman zaman beni götürdüğü toplantıları, konferansları yeniden düşündüğümde, o sırada durup dururken tutturduğum bir şeymiş görünen “eğer Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giremezsem üniversite okumam” gibi atıp tutmalarımın da habersiz müsebbibi­nin kim olduğunu daha iyi anlıyorum.
Bülent ağabeyimle siyasal görüşlerden yaşam tarzı tercihlerine kadar pek çok şey paylaştık, yıllar içinde ilişkimiz doğal olarak arkadaşlığa dönüştü. Onunla meslektaş olabilmek, benim için görünürdeki anlamının çok ötesinde bir mutluluktu. O nedenle, “Sosyal Bilimlerde ve Kamu Hukuku’nda Cinsiyet­çilik” adlı bir doktora dersi açmak istediğini ve bunu birlikte yürütmemizi dü­şündüğünü söyleyince ne kadar onur duyduğumu tarif edemem. Aynı zamanda, bir akademisyen olarak yeni fikirlere açıklığına, zihninin sorgulayıcı ve eleşti­rel niteliğine duyduğum hayranlığı da… Bu ders İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir ilkti; uzun bir süre de öyle kalacağını tahmin etmek güç değil.
Bülent Tanör, onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği gibi ilkeli ve ilkeleri­nin ardında sonuna kadar duran bir insandı; ama bu niteliği, başkalarından öğ­renmeye açık olmasına, kendisini sorgulamasına ve yeni bakış açılarıyla karşı­laştığında görüşlerini ve yaklaşımını gözden geçirmesine engel değildi. Bir keresinde, eleştiri dozunu iyice kaçırdığım bir kişisel sohbet sırasında, tam ben acaba haddimi aşıp onu kırdım mı diye içimden geçirirken, düşünceli bir ifa­deyle “insanın akıllı ve açık sözlü bir kardeşinin olması ne iyi, insana ayna tutuyor” deyişini hiç unutmuyorum. Bir de, hastahanedeki son zamanlarında, Zapatistlerin önderi Marcos’un konuşmasını ona okuduğumda yüzünde beliren mutluluk ifadesini…Ertesi hafta için bana Zapatist hareket hakkında bir bilgi notu ısmarladı. Dersimi çalışıp ağabeyime anlattığım notları bir makaleye dö­nüştürmek bir gün mutlaka yerine getireceğim bir entelektüel borç.
Dünyaya, insanlara ve bilgiye yönelik içten merakı ve “şaşırma” duygu­sunu hiç yitirmemesinin kazandırdığı zihinsel gençliği, başkalarından öğrenme­sini ve onlarla dayanışma içine girebilmesini sağlayan alçakgönüllülüğü ve diğergamlığı, ilkelerini savunma cesaretini insan sıcaklığıyla birleştirmesi, Bülent Tanör’ü gerçek bir aydın ve demokrat yapıyordu. “Aydın ve demokrat” olmanın bir klişenin ötesine geçerek hayat bulabilmesi, bütün bir ömür bo­yunca bu niteliklere sahip olabilmeyi, hem kendinden böylesine emin ve ödün­süz davranırken hem de sürekli yeni fikirlerin, deneyimlerin peşinde koşabil­meyi, militanlıkla yumuşaklığı, hayata ve insanlara karşı sorumluluk ile hayatı dolu dolu yaşamayı birleştirebilmeyi gerektiriyor. Herkesin harcı olmayan bu “zor zenaat”i Bülent Tanör olanca alçakgönüllülüğü, zekası, muzipliği ve zerafetiyle başardı. Çünkü, Hannah Arendt’in olağanüstü nitelemesini kullana­cak olursam, Bülent ağabeyim gerçekten “anlayan bir yüreğe” sahipti. Bir insa­nın bu dünyaya verebileceği en güzel armağan, böyle bir yüreğe sahip olmak ve onun ürünlerini hiç esirgemeden başkalarıyla paylaşabilmek olsa gerek. Hem tek tek hayatlarımız, hem de bir bütün olarak dünyamız böyle armağanlar sayesinde daha güzel ve yaşanabilir oluyor.


Bülent Tanör’ün kardeşi, öğretim üyesi.
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013