Erbay Vecdi
<< Geri
Gözünü budaktan sakınmayan adam: Bülent Tanör
 
Vecdi Erbay
Asistanlık için yapılan sözlü sınava geç kalan genç adam, son anda ka­pıyı çalıp içeri girer. Uygun bir dille sınava girip giremeyeceğini sorar. Aslında sınav yeni bitmiştir. Buna rağmen ona bir şans tanınır ve sınava kabul edilir. Sorular sorulur, cevaplar alınır. Anayasa Hukuku Kürsüsü’nün genç asistanı Öget hanım, genç adamın sorulara verdiği cevaplar karşısında şaşkındır. “Nasıl allame, nasıl akıllı, nasıl biliyor her şeyi ... Müthiş!” diye tanımlayacaktır genç adamı. İlk izlenimi budur Öget hanımın ve zamanla yanılmadığını anlayacaktır. Hukuk Fakültesi’nin lisans ve lisansüstü sınavları için hazırladığı ödevler de akıllıcadır. Ama çalışkanlığıyla olduğu kadar karizmasıyla da dikkatleri çeken biridir.
Sonra bir gün, bir sınavda Öget hanımın kulağına eğilecek, yakınlığını ifade eden sözler fısıldayacaktır genç adam.
O genç adam Bülent Tanör’dü ve belki bu cümleyle, otuz altı yıl süre­cek, gerçek anlamda bir hayat arkadaşlığına dönüşecek bir ilişkinin ilk adımını atmıştı.
Bülent Tanör, ömrünün sonlarına doğru, TÜSİAD için hazırladığı ra­porla gündeme geldi. Bülent Tanör, bu rapor nedeniyle, değim yerindeyse, İstanbul Üniversitesi’nin rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun ve benzer güruhun gazabına uğramıştı. Sağlık sorunlarıyla mücadele ederken, bir yandan da Alemdaroğlu’yla mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Aslında Kemal Alemdaroğlu’na karşı verdiği mücadele, satır araları iyi okunduğunda görülecektir ki, kendi hakları için olduğu kadar demokrasi ve özerk üniversite mücadelesidir.
Politik zamanlar ve aşk
Ama Bülent Tanör’ün bir aydın olarak verdiği demokrasi mücadelesi yeni değildir, çok eskilere dayanıyor. Üniversitede asistan olarak çalıştığı yıl­larda en büyük hayallerinden biri, akademik kariyer edinmektir. Ama öte yan­dan ülkede hızla gelişen politik bir süreç ve iliklerinde hissettiği büyük bir aşk vardır.
27 Mayıs Harekâtı, görece bir özgürlük ortamı hazırlamış, pek çok kitap art arda yayımlanmış, politik hareketlilik büyük ivme kazanmıştır. Bülent Tanör de uzak duramaz bu gelişmelerden ve kendini Beyaz Aydınlık Hareketi içinde ifade etmeye başlar. “Kırlardan şehirlere doğru devrim yapmak” fikri, kuşağından birçok insanı olduğu gibi, onu da etkilemiştir. O kadar ki, “Devrim olurken ben akademik kariyer peşinde koşamam” diye düşünmeye başlamış, bir süre sonra da köylüleri örgütlemek amacıyla kendini Söke’de bulmuştur. Ke­yifle sürdürdüğü akademik çalışmaları ve büyük aşkı Öget hanımı, hayalini kurduğu devrim gerçekleşinceye kadar geride bırakmıştır artık. Üstüne düşen görevi yapmak istiyor, köylerde gazete dağıtıyor, etrafına toplanan köylülere propaganda yapıyor ve bu konuda epey de mesafe kaydediyor.
O yıllardan ilginç anılarını, sonradan Öget hanıma ve yakın arkadaşla­rına anlatacaktır Bülent Tanör. Bu döneme ait anılarından biri oldukça ilginçtir: Köylüye benzesin diye köylü kıyafetleriyle dolaşmaktadır Söke ve köylerinde. Söke’de tanımadığı bir arkadaşıyla görüşecek, ama buluşma yerine erken gel­diği ve fazla dikkat çekmek istemediği için sinemaya gitmeye karar verir. Bilet kuyruğunda beklerken, arkasındaki adam, “Yürüsene dayı” diye çıkışır. Kas­ketli ve köylü kıyafetleri içindeki Bülent Tanör, arkasına dönüp köylüye bakar; köylü, Bülent Tanör’ün yüzüne bakınca, yaptığı yanlışı anlar. Bülent Tanör, ne köylüdür ne de dayıdır. Şaşıran köylü, “Affedersiniz beyefendi” diyerek du­rumu düzeltmeye çalışır.
Bir süre sonra, “Kırlardan şehirlere doğru devrim yapmak” fikri ters gelmeye başlar Bülent Tanör’e. Yolunda gitmeyen, yanlış bir şeyler vardır. Özeleştirisini verip ayrılır Beyaz Aydınlık Hareketi’nden. Ama hakkında da­valar açılmış ve aranmaktadır. Başında kasketi, üstünde köylü kıyafetleriyle İstanbul’a döner, Öget hanımın kapısını çalar.
Bülent Tanör’ün, Öget hanımın kulağına fısıldadığı sözlerden sonra ara­larında filizlenmeye başlayan aşk duygusu zamanla serpilmiştir. Ama bu aşk, bir tarafıyla imkânsızdır. Çünkü ikisi de evlidir. Birbirlerinden ayrılamayacak­larını anladıklarında boşanmak istemişler; Öget hanım, bunu kısa sürede ba­şarmıştır da. Ama Bülent Tanör’ün boşanabilmesi için aradan yılların geçmesi, İsviçre’ye sığınmaları gerekecektir. Bu süre içinde Bülent Tanör, büyük aşkla sevdiği Öget hanım ile eşi arasında kalmıştır. Boşanma girişimlerinde bulunur, ama eşinin psikolojik durumu buna hiç uygun değildir. Bülent Tanör Öget ha­nımla yaşar, ama boşanmak için fazla ısrarcı olmayı göze alamaz.
12 Mart, böyle bir durumda yakalar Bülent Tanör’ü.
Üniversitede değildir artık. Aktif politikadan çekilmiş olsa da hakkında açılmış davalar vardır ve cezaevine girmesi an meselesidir. Öget hanıma duy­duğu aşk onu ayakta tutar. Ama öte yandan boşanamamış olmanın baskısını da üstünde hisseder. İç dünyasında süren karmaşaya, 12 Mart’ın ülkeyi sürükle­diği karmaşa da eklenmiştir. Birçok aydın, işkencelerden ve hapis cezalarından kurtulmanın, mücadeleyi sürdürmenin yolu olarak Avrupa’ya çıkmayı seçmiş­tir. Bülent Tanör, akademik alanda daha yapacaklarının olduğuna inanıyordu ve bunları gerçekleştirebilmesi için hapse girmemesi gerekiyordu. Avrupa, siyasal nedenlerle ülkeyi terk etmek zorunda bırakılanlara sığınak olmuştu. Bülent Tanör’ün birçok tanıdığı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağılmıştı. Bir yolunu bulup İsviçre’ye gitmeye karar verir.
İsviçre günleri
Galatasaray Lisesi’nden mezun olmanın avantajlarını görür sürgün yaşa­dığı İsviçre’de. Fransızca’yı çok iyi biliyor ve Avrupa kültürünün yabancısı değildir. Karşılaştığı zorlukları kısa sürede aşarak uyum sağlar İsviçre’nin Ce­nevre kentine. Kendisi gibi Avrupa’ya çıkmak zorunda bırakılan arkadaşlarıyla buluşmuş, küçük işlerde ve araştırmaları için kendisine büyük olanaklar tanıyan kütüphanede çalışmanın bir yolunu bulmuştur artık. Canını yakan tek şey, Öget hanımdan uzak olmasıdır. 
Ama Öget hanım hakkında da davalar açılmıştır. Kendi deyimiyle “iş­kenceden korktuğu için”, O da İsviçre’ye sığınır. Öget hanımın da İsviçre’ye gelmesi, İsviçre’de yaşamasını daha da kolaylaştıracaktır Bülent Tanör’ün. Kimi arkadaşlarının sıkıntısını çektiği yabancılık duygusunu, biraz da bu ne­denle fazla yaşamaz Bülent Tanör.
Avrupa’da arkadaşlarıyla buluşurlar sık sık. Birlikte paneller, toplantılar düzenleyerek 12 Mart karanlığını anlatmaya, deşifre etmeye çalışırlar. Yanısıra, geçinebilmek için değişik işlerde çalışmaya başlarlar. Bülent Tanör bir süre bir kapıcının yanında iş bulur. Kapıcı yaşlı olduğundan merdivenleri silemiyor; Bülent Tanör, cumartesi günleri, kapıcının yerine merdivenleri sile­rek para kazanmaya çalışır. Fransızca kurslarına devam eden Öget hanım, bir yandan da bir kadının evinde haftada üç gün temizlikçi olarak çalışır. Aynı kadının kızına, haftada bir gün de piyano dersleri verir. Dönüp o günleri hatır­ladığında, “Çok güzeldi her şey.” diyecektir.
İsviçre’deki sürgün günlerini “Çok güzeldi her şey” diye hatırlamakta haksız değildir Öget hanım. Bülent Tanör eşinden boşanabilmiş, hiç aksatma­dan akademik çalışmalarını sürdürebilmiş, sonunda Cenevre Hukuk Fakül­tesi’nde asistan olmuştur. Yoğun bir tempo yakalamışlardır Cenevre’de. Çalış­maktan arta kalan zamanlarını klasik müzik konserlerine giderek, dostlarıyla buluşarak ve uzun bisiklet yolculukları yaparak değerlendirirler. Cenevre’de sürgündedirler, bunu bilirler, ama orada kendilerine ait bir hayat kurmayı da başarmışlardır. Yaşadıkları büyük aşk, Cenevre’de de mutluluğun kapılarını açmıştır onlara. Cenevre’deki günler sorulduğunda, Öget hanım tek kelimelik bir cevap veriyor her defasında: “Mutluyduk.” Mutludurlar, çünkü Bülent Tanör eşinden boşanmış ve Cenevre’de evlenmiştir Öget hanımla. Haklarında davalar açılmış ve akılları Türkiye’de olup bitenlerle meşguldür... İstanbul’u, akrabalarını ve üniversitelerini terk etmek zorunda bırakılmışlar, ama mutlu­durlar. Çünkü karşılaştıkları hiçbir olumsuz durumun gücü, aşklarını gölgele­meye yetmemiştir.
1974 yılına gelindiğinde Türkiye’de af ilan edilmiş, sürgünde yaşayan­lara da yurda dönme imkânı doğmuştur. Öget hanım dönmekten yanadır, ama Bülent Tanör artık Türkiye’ye dönmeyi düşünmemektedir. O sırada Ceza­yir’deki bir üniversiteden aldığı bir teklife de sıcak bakmaktadır. Öget hanım onu ikna edemeyince devreye Gencay Gürsoy girer. Gencay Gürsoy’un Bülent Tanör’ü ikna etmesi zor olmaz. Yılların sağladığı karşılıklı güven duygusunun bunda büyük etkisi vardır. Ülkelerine, üniversitelerine, akademik çalışmalarına birlikte döneceklerdir...
Gencay Gürsoy, 1960’lı yılların sonlarına doğru, Bülent Tanör’le İstan­bul’da, bir toplantıda tanışmış, toplantıdan çıkıp uzun bir yürüyüş yapmışlar konuşa konuşa. Bu yürüyüşten sonra iki genç adamın yolları sık sık kesişecek­tir artık. 68 Baharı’nın bütün dünyada esen özgürlük rüzgârı Türkiye’de de kendini hissettirmeye başlamış, bir süre sonra da etkisi altına almıştır. Genç akademisyenler, Bülent Tanör ile Gencay Gürsoy da bu rüzgârın heyecanıyla sol muhalefetin içinde yerlerini almışlardır. Zamanla politik tercihleri şekil­lenmeye başlayacak, Bülent Tanör Aydınlık Hareketi’nin içinde yer alarak “köylerden kentlere devrim” tezini savunacaktır. Gencay Görsoy ise bunun tersini düşünecek, devrimin ancak proletarya ile mümkün olabileceğine inana­caktır. O günlerin koşullarında, benzer görüş ayrılıkları yüzünden birçok dos­tun yolları ayrılmıştır. Ama Bülent Tanör ile Gencay Görsoy arasındaki dost­luk, bu ciddi görüş ayrılıklarına rağmen hiç bitmemiş, tam tersine giderek per­çinlenmiştir. İstanbul’daki o ilk karşılaşmadan sonra birlikte yaptıkları uzun yürüyüş ömür boyu sürecektir. Gencay Gürsoy, Bülent Tanör’ü ve onunla ya­şadıklarını anlatırken heyecanlanıyor. Anlatacak çok şeyi var ve bunları sıraya koymakta, önce hangisinden başlayacağını tespit etmekte güçlük çekiyor. Hak­sız da değil, kırk yıla yaklaşan bir dostluğu tarif etmek, birlikte atlatılan onca badireyi, sürgün günlerini, paylaşılan özel hayatı, her koşulda yitirilmeyen cesareti ve mizah duygusunu anlatmak, kimse için kolay olmasa gerek. Gencay Gürsoy, “Durup düşündüğümde, Bülent’in aramızdan ayrılmasının ne kadar büyük bir boşluk yarattığını hissediyorum.” diyor.
12 Eylül’e doğru
Ülkeye döndükten sonra Danıştay kararıyla üniversiteye dönebilen Bü­lent Tanör, aktif politikadan iyice elini çekmiştir artık Türkiye’deki üniversite­lerin siyasal olarak en hareketli olduğu yıllardır. Üniversitelerdeki çatışmalar dinmek bilmiyor, aydınlar kapılarının önünde katlediliyor, Malatya, Maraş ve Çorum gibi kentlerde çatışmalar çıkıyor, toplu kıyımlar gerçekleştiriliyor... Türkiye bir karanlığın içine yuvarlanıyor. Bülent Tanör gelişmeleri izliyor, aralarında Türker Alkan’ın da olduğu “Yargı” dergisinde yazıyor ve gençlerle sıkı bağını korumaktan vazgeçmiyor.
Bütün enerjisini akademik çalışmalara veren Bülent Tanör, demokratik bir Türkiye ve özerk üniversite için yüklenmesi gereken görevin bu yönde ol­duğuna inanmaktadır. Öte yandan birçok akademisyen arkadaşı gibi o da tehdit edilir. Çok üstünde durmaz bunun. Ancak arkadaşları vuruldukça ve tehditler yoğunlaştıkça küçük önlemler almaya başlar. Aldığı küçük önlemlerden biri, üniversiteye gidip gelirken kullandığı yolu değiştirmektir. Gelişmelerden tedir­gin olan Öget hanımı yatıştıran da yine o olur.
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi koşullar doğal olarak ikisini de en­dişelendirir. Ama Bülent Tanör yılgınlık gösterecek, umutsuzluğa kapılıp ça­lışmalarını aksatacak bir yapıda değildir. Hayatı boyunca hep disiplinli bir ça­lışma yürütmüş, hayattan küçük mutluluklar çıkarmayı, Öget hanımla özel zamanlar yaratmayı bilmiştir.
Türkiye, 1980’de 12 Eylül sabahına bu koşullarda uyandı. Bülent Tanör yine topun ağzındadır. Akademik çalışmaları, hakim güçlerin hoşuna gidecek türden değildir çünkü. 12 Eylül’den sonra beğenilmeyen akademisyenlerin arasında yer aldı. Ama Bülent Tanör taviz vermeden, “akademik hayatım sona erer” diye düşünmeden yazıp durdu. Sonunda 1402 sayılı kanunla üniversite­den uzaklaştırılanlardan biri de o olur. Üniversiteye dönebilmesi için aradan yılların geçmesi ve bazı yasaların değişmesi gerekecektir. Bülent Tanör bir kez daha Danıştay kararıyla Anayasa Hukuku Kürsüsü’ne dönecek, öğrencileriyle buluşacaktır.
Ancak üniversitede olmak, bir taraftan 12 Eylül’ün ürünü YÖK yasasıyla da mücadele etmek anlamına gelmektedir. Çünkü YÖK, ne yasalaşma süreciyle ne de uygulamalarıyla demokratik bir kurum değildir. YÖK, demokrat akade­misyenlerin, özerk üniversite yanlılarının çalışma imkanlarını alabildiğine da­raltan, statükocuların yuvalandığı bir kurum olarak inşa edilmiştir. Bu yüzden kendi alanında yetkin birçok akademisyen üniversitesinden ayrılmak zorunda bırakıldı. Sayıları artan özel üniversiteler bu akademisyenlere kapılarını açtı.
Bülent Tanör İstanbul Üniversitesi’ne Danıştay kararıyla döndükten sonra, üniversitedeki antidemokratik uygulamalarla mücadele etmek zorunda kaldı. Ama üniversitesini terk etmeyi hiç aklından geçirmedi. Çünkü üniversi­teyi sahte Kemalistlere, gericilere ve statükoculara bırakamayacak, onlarla mücadele etmekten vazgeçemeyecek kadar demokrasiye inanan bir yapısı var­dır. Hakkında çok sayıda soruşturma açılır bu süreçte, ama bunların hepsini boşa çıkarır.
TÜSİAD Raporu
Devrim yapmak için gittiği Söke’den döndüğünden itibaren tek şey var­dır aklında Bülent Tanör’ün: Akademik alanda çalışmak. Bunun için yoğun çalışma temposunu hiç düşürmeden art arda kitaplar yayımlar. Hukuka, anaya­salara, Türkiye devrimlerine yeni açılımlar getiren bu kitaplar, geniş kesimler tarafından heyecanla karşılanırken, kimilerini de rahatsız eder. Çünkü kitapla­rında işlediği konular, Türkiye’de hâlâ tabudur.
Artık İstanbul Üniversitesi’nin Rektör koltuğunda Kemal Alemdaroğlu vardır ve ikisinin yıldızı hiç barışmayacaktır. Azerbaycan’daki bir darbe giri­şimine adı karışan ve yardımcı doçentliği tartışma konusu olan Ferman Demirkol’a, Kemal Alemdaroğlu üniversitenin kapılarını açınca Bülent Tanör buna karşı çıkar. Bu karşı çıkış, aralarındaki iplerin iyice gerilmesine neden olur. Alemdaroğlu, artık doğrudan cephe almaya başlamıştır Bülent Tanör’e. En küçük bahanelerle hakkında soruşturmalar açtırır, ancak geri adım attıramaz...
Tam da böyle gergin bir ortamda, Bülent Tanör’ün TÜSİAD için hazır­ladığı rapor yayımlanır. TÜSİAD için hazırladığı rapor siyasi değil, bilimsel bir çalışmadır. Raporun en dikkat çeken bölümü ise, askerlerle ilgilidir. Babası emekli albay olan Bülent Tanör, demokrasiyle yönetilen bir ülkede askerlerin yönetime bu kadar karışamayacağını, Milli Güvenlik Kurulu’nun kaldırılması gerektiğini bilimsel verilerle aktarır raporunda. Bülent Tanör, bir kez daha ta­buların üstüne gitmektedir.
Güncelleştirdiği ikinci TÜSİAD raporunun yayımlanmasından sonra Kemal Alemdaroğlu da bir kez daha saldırıya geçer. Bülent Tanör hakkında yeni bir soruşturma açtırır. Bu kez gerekçesi, Bülent Tanör’ün hazırladığı ra­pordan dolayı aldığı parayı Döner Sermaye’ye aktarmadığı yönündedir. Olay, mahkeme koridorlarına kadar uzanır...
Soruşturma Bülent Tanör’ün lehine bitecektir. Çünkü Bülent Tanör’ün aldığı bir telif ücretidir ve bunun Döner Sermaye ile bir ilişkisi yoktur. Ama bu arada konu kamuoyuna da yansımış, medya olayla ilgilenmeye başlamıştır... Antidemokratik uygulamaları hakkındaki bilgiler medyaya yansıdıkça, kamuo­yunun vicdanında da haksız bulunacaktır Kemal Alemdaroğlu... Ama bu arada Bülent Tanör’ün raporda tartışmaya açtığı konular, Kemal Alemdaroğlu’nun rektörlük anlayışının gölgesinde kalır ve gündemden düşer...
Amansız hastalık
Medya raporun mahkemeye intikal eden kısmıyla ilgilenirken, Bülent Tanör’ün amansız bir hastalıkla mücadele ettiğini de keşfedecektir.
Bülent Tanör nicedir amansız bir hastalıkla boğuşmaktadır ve Kemal Alemdaroğlu’yla mahkemelik olduğu sırada hastalığı iyice ilerlemiştir artık. Bu yüzden zaman zaman tedavisini hastanede yatarak sürdürmek zorunda kalmış­tır. Öte yandan Kemal Alemdaroğlu’nun art arda açtırdığı yersiz ve haksız so­ruşturmalar için, hasta yatağından kalkıp komisyonlarda ifade vermeyi göze almaktan çekinmez.
Hastanede yatma süreci uzadıkça ancak hafta sonları hastaneden izinli olarak çıkıp evine gidebilmektedir. Hastaneden izin alıp evine gittiği bir hafta sonu, Kemal Alemdaroğlu, hastaneye adam gönderip, “Bülent Tanör hastanede yatağında değil” diye zabıt tutturur.
Bülent Tanör, bir süre sonra, ısrarlı davetler uyarak Galatasaray Üniver­sitesi’ne geçer. Hastalığı, çalışmalarını engellemeye çalışan uygulamalar ve darbecilerle aynı çatı altında çalışmak istememesi bu kararı almasında önemli rol oynamıştır...
Galatasaray Üniversitesi’ne geçmesi ve hastalığı, İstanbul Üniversi­tesi’nde süren demokrasi mücadelesinin peşini bırakmasına gerekçe olmaz yine de. Kendisiyle yapılan bir röportajda, muhabirin hastalığıyla ilgili sorduğu soruyu cevaplarken, “bunlar beni ayağa kaldırdı” diyecektir.
O, muhabire bunları söylerken, öte yandan onun için endişelenen bir vardır: Öget Tanör. Otuz altı yıllık hayat arkadaşı... Birlikte devrim hayalleri kurduğu, yolculuklara çıktığı, sürgün yaşadığı Öget Tanör... Ona kedileri sevdi­ren, özel içkiler hazırlayan, çalışmalarında yardımcı olan, ama en önemlisi her koşulda yanı başında duran Öget Tanör...
“Bunlar beni ayağa kaldırdı” dediğinde en çok endişelenen de Öget Tanör olmuştur. Çünkü o, Bülent Tanör’ü tanıyor ve mücadelenin peşini bı­rakmamak için tedavisini bile ihmal edebileceğini iyi biliyor. Oysa hastalığı ciddidir ve tedavinin muntazaman yapılması gerekmektedir. Bülent Tanör’ün yakalandığı hastalık uzun ve yorucudur. Çekilen filmler, tahliller, kontroller, ilaç saatleri... Bütün bunlara büyük özen gösteren, her şeyle tek tek ilgilenen Öget hanım, yanı sıra üretmeyi hiç aksatmadan sürdüren Bülent Tanör’ün kitap çalışmalarına da zaman ayırır. Hayatın her alanını Bülent Tanör’le paylaşan Öget hanım, kitap çalışmalarına da büyük keyifle katılmıştır öteden beri. Tas­hih yapar, kitapların son şekillerini almasında yardımcı olur. Bütün bunları yapmaktan şikayetçi değildir, ama ya üniversitedeki sorunlar yüzünden tedavi aksarsa?
O günlerde yaşadığı korkuyu şöyle anlatıyor Öget Tanör: “Bizim ödü­müz patlamıştı tedaviyi kesecek diye. Yapardı çünkü. Gözünü budaktan sakınmazdı doğru bildiği şeyler için. Canına, işine zarar gelecekmiş, hiç hesaplamazdı.”
Yol arkadaşlığı
“Gözünü budaktan sakınmayan” adamın, Bülent Tanör’ün hayatı demok­rasi mücadelesiyle geçti. Cesurdu ve cesareti vicdanından, bilimsel aklın gü­cünden, hayata karşı duyduğu sorumluluktan besleniyordu. Yaşadığı sıkıntılar, Türkiye’de yaşayan kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü demokrasi mücadelesi veren ufku geniş insanların ortak yazgısıdır onun yaşadıkları. Aydınların, bilim in­sanlarının bürokrasi kıskacına alınması, hapis yatması, oradan oraya sürülmesi, hatta öldürülmesi alışıldık bir şeydir Türkiye’de. Bülent Tanör de yaşadığı sürece bu uygulamalardan payına düşeni aldı. Bir gün her şeyin düzeleceğine olan inancını koruyarak ve bu uğurda üretmekten, mücadele etmekten vazgeç­meden...
Öget Tanör, “Gözünü budaktan sakınmayan” adamın yanında otuz altı yıl yaşadı. Güvenini hiç yitirmeden ve hiç şikayet etmeden. “Gözünü budaktan sakınmayan” adam devrim yapmak için Söke’ye gittiğinde de şikayet etmedi, başında köylü kasketiyle kapsını çaldığında da...
Bülent Tanör’ü anlatırken kimi ayrıntıları kendisine sakladığı hissedili­yor Öget hanımın. Ama anlattığı kimi ayrıntılar bir film karesi gibi canlanıveri­yor insanın gözlerinin önünde. Armutlu’daki evden çıkmış, bisikletine binip gazete almaya gidiyor Öget hanım. Bülent Tanör, o köşeyi dönünceye kadar çalışmasına ara veriyor. Öget hanım döndüğünde bisikletin zilini çalacak. Bü­lent Tanör bir kez daha çalışmasına ara verecek, Öget hanımın gelişini izleye­cek. Daha önceden uyarmıştır çünkü Öget hanımı, “Dönerken zili çal, gelişini görmek istiyorum” diye. Bir başka kare: Hastalığı iyice ilerlemiştir Bülent Tanör’ün, yataktan kalkamaz durumdadır. Ama Türkiye’de olup bitenlere ilgi­sini yitirmemiştir. Öget hanım onun yanına yatağa uzanıyor, gazeteleri okuyor. Gazete haberlerini artık yatakta, yan yana uzanarak tartışıyorlar, komik bul­duklarına birlikte gülüyorlar. 
Bülent Tanör’ün hayatını anlamlı yapan üç temel unsur var sanki: De­mokrasi mücadelesi, üniversite ve bunlardan asla ayrı düşünemediği Öget ha­nım. Bu üç unsurdan çok şey kazandı Bülent Tanör ve bu üç unsura çok şey kazandırdı...


 Gazeteci.
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013